NECİP HABLEMİTOĞLU VE ALMAN VAKIFLARI GERÇEĞİ
[[Kaynak: ROTAHABER (Derleme) 24 Aralık 2016]]
Tam 9 yıl önce uğradığı saldırıda öldürülen Hablemitoğlu’nun
son röportajı, hem ölümüne hem de bugünlerde yaşanan Alman vakıfları
tartışmasına ışık tutuyor…
ROTAHABER (Derleme) – Başbakan Erdoğan’ın Makedonya dönüşü
yaptığı açıklama ile gündeme gelen Alman Vakıfları ile ilgili en önemli
araştırmaları Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Necip Haplemitoğlu
yapmıştı. Ancak Hablemitoğlu, bu konuda peşpeşe verdiği röportajlar ve yazdığı
kitap sonrası 2002 yılında Ankara’da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü.
Hablemitoğlu’nun ölümünün arkasındaki sis perdesi aradan
geçen 9 yıl boyunca aydınlatılamadı. Ancak öldürülmesinden birkaç gün önce
verdiği bu röportaj, hem ölümüne hem de bugün Alman Vakıfları üzerinden yaşanan
tartışmalara ışık tutacak cinsten.
İŞTE NECİP HABLEMİTOĞLU İLE YAPILAN SON RÖPORTAJ;
Yasemin Güneri: Kitabınızın yayımlanmasıyla, Alman vakıfları
hakkında, Ankara DGM Cumhuriyet Savcılığı’nca, ‘Almanya lehine casusluk
yaptıkları’ gerekçesiyle haklarında dava açıldı. Tepeköy eski Muhtarı Halil
Battal, Almanların Oktay Konyar’a çanta içinde para verdiklerini gördüğünü
açıkladı. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
NECİP HABLEMİTOğLU: Mahkemede bu ifadeyi veren muhtarı
gönülden kutluyorum. Onca militan arasında bu ifadeyi dürüstçe ve cesaretle
verebilmek davanın gelişimi açısından son derece önemli olmuştur. Bergama’daki
‘sivil itaatsizlik’ eylemlerinin finansmanı, merkezi Almanya’da bulunan ve
sadece posta kutusunu adres gösteren FIAN Vakfı’nca karşılanmaktadır. FIAN
Vakfı’nın denetimi, Almanya Temsilcisi Petra Sauerland üzerinden yapılmaktadır.
FIAN’ın yanı sıra, Almanya İzmir Başkonsolosu Manfred Unger, yerli
işbirlikçilere para dağıtımında en üst karar verici konumundadır. Bu, Türk
makamları tarafından da biliniyor. Unger, Bergama’nın yanısıra, Eşme, Salihli,
Sındırgı ve Sivrihisar’daki ‘altın karşıtı’ diğer yerli işbirlikçileri de parasal
yönden desteklemektedir.
Yasemin Güneri: Alman vakıflarının tek faaliyet alanı
Türkiye’deki altın rezervlerinin işletilmemesi mi? Başka ne gibi çalışmalar
yürütüyorlar?
NECİP HABLEMİTOğLU: Tek faaliyet alanları bu değil. Almanya;
MGK ve dolayısıyla TSK aleyhindeki faaliyetlerini yeni bir boyuta taşıyarak bu
işle Yehova Şahitleri’ni görevlendirmiştir. ‘Vicdani Retçiler’ kimliği altında
yasadışı faaliyet gösteren ve halkı askerlikten soğutmayı, askere gitmemeyi
öngören bu yapılanma, başta yasadışı
Heinrich Böll Vakfı temsilciliği olmak üzere, bugüne kadar
Alman vakıflarından destek gören tüm sivil toplum örgütlerince
desteklenmektedir.
Yasemin Güneri: Halkı askerlikten soğutmak suç teşkil ediyor
yasalarımızda. Bu faaliyetlerini nasıl yapıyorlar?
NECİP HABLEMİTOğLU: Şimdi, ‘Vicdani Redcilik’ adı altında
Mehmet Bal adlı bir Türk’ün askere gitmek yerine, askeri cezaevine girmesi,
Almanya’da 1. haber olarak verilmiş ve başta Almanya’daki Türkler olmak üzere
Türkiye’deki geniş kitlelerin askere gitmeyi reddederek sivil itaatsizlik
kapsamında TSK’ya karşı bir komuoyu oluşturmaya çalıştıkları gözlenmektedir.
Alman vakıfları da bu görüşlere çanak tutarak, yeni bir lobilicilik faaliyetine
başladılar. Türkiye’de bu faaliyeti yürütenler, toplantılarına Almanya’dan
konuşmacı getirmektedirler. Son yapılan ve 50 bin kişinin katıldığı ‘Savaşa
Hayır’ mitinginin düzenleyicileri, Alman destekli ‘Vicdani Retçiler’dir.
Yasemin Güneri: Yeni kurulan AKP Hükümeti’nin Alman
vakıflarına yaklaşımı nasıl olacak. Yapılan lobi faaliyetlerine göz yumulacak
mı?
NECİP HABLEMİTOğLU: Gül Hükümeti’nde, geçmiş yıllarda ANAP
üyesi olup da Almanya’ya özel eğitim için gönderilenler arasında iki bakan da
bulunmuktadır. Bunlardan biri Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu’dur. Almanlar,
ABD’ye yakın olan AKP Hükümeti’nde kendilerine yakın isim olarak Erkan Mumcu’yu
görüyorlar.
Konrad Adenauer Vakfı’nın yasadışı temsilcisi Wolf
Schönnbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle, AKP ile üst düzeyde bağlantı kurma
çabası içindedir. Konrad Adenauer Vakfı, Kopenhag Zirvesi’nde gerçekleşen
Türk-Alman gerginliğini giderme misyonunu üstlenmiştir.
Yasemin Güneri: Almanlar ve ABD’lilerin çalışma
stratejilerine baktığımız zaman arada ne gibi farklılıklar bulunuyor?
NECİP HABLEMİTOğLU: ABD, Türkiye’de üst düzeyde çıkarlarını
temsil ettirirken Almanya sokaktaki militan ve müridlere kadar binlerce
taraftara sahiptir ve kullanmaktadır. Merkezi Almanya’da bulunan tüm aşırı sol
ve aşırı sağ yapılanmaların Türkiye’deki uzantıları, Almanya’nın çıkarları
doğrultusunda kullanılmaktadır. Ankara DGM’de açılan ‘Casusluk Davası’nın
Genelkurmay Askeri Mahkemesi’ne intikal ettirilmesi gerekir. Çünkü, davanın
iddiananamesini yazan Savcı Nuh Mete Yüksel, Alman vakıflarının casusluk
faaliyetlerinde bulunduğunu belirtmişti. Casusluk davaları da Genelkurmay
Askeri Mahkemesi’nde görülür.
Yasemin Güneri: Almanya’nın Türkiye aleyhine başka ne gibi
faaliyetleri bulunuyor?
NECİP HABLEMİTOğLU: Almanya, AB’ye Uyum Yasaları’nın
uygulamasını görmek isterken, idamın kaldırılmasına karşın, kendi ülkesinde
barındırdığı yüzbinlerce PKK, Nizam-ı Alem ülkücüsü, DHKP-C, TİKKO, Kaplancı,
Partizan gibi örgüt militanlarını, Interpol uygulamalarına karşı Türkiye’ye
iade etmede hiçbir adım atmamaktadır. Aynı şekilde, KADEK’i AB ülkeleri
terörist olarak nitelemeye yanaşmazken, Türkiye’yi her fırsatta insan hakları
ihlalcisi olarak takdim etmektedirler. Almanya, halihazırda PKK’nın elinde
bulunan Alman mayınlarını da açıklamamaktadır. Türkiye’de 47 etnik halkın kendi
anadilinde yayın yapma ve eğitim hakkı konusunda dayatan Almanya, 2.5 millyon
Türk vatandaşının anadilini öğreten Türkçe öğretmenlerinin sözleşmelerini
feshetmeye başlamıştır. Din dersleri de bu kapsamda Almanca olarak
verilecektir.
HABLEMİTOĞLU’NUN ALMAN VAKIFLARI RAPORUNDAN ALINTILAR DA ŞÖYLE;
– Türkiye’de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu
gerçekleştiren; toplumsal-siyasal-ekonomik ve hatta genetik alanlarda
hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren; yerel
basında-yerel yönetimlerde-üniversitelerde-sendikalarda-kamu kurum ve
kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde “etki ajanı” ve “Alman
sempatizanı” yetiştiren; şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü
yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasal partilere kadar uzanan
çizgide, Türkiye’ye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm
değerlerine karşı olan, ulus-devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim
karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyan –deyim uygunsa- bir
avuç Alman istihbaratçısıdır.
– Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin temsilcileri,
gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan “Bundesnachrichtendienst” (BND)
mensubu olup, bir kısmı diplomatik dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı
gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyasetbilimci,
çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), serbest
araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri de vakıf temsilcisi olarak
kesintisiz faaliyet göstermektedirler.
– Alman istihbaratçılarının Türkiye’de vakıf temsilcisi
statüsünde de olsa görev yapmalarına, vakıflar mevzuatı olanak tanımamaktadır.
Buna rağmen, Türkiye’deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi
kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren Alman
istihbaratçıları, Türkiye’yi tanımakla işe başlayıp, kısa sürede hemen her
alanda Türkiye’yi yönlendirecek aşamalara gelmişlerdir. Konunun daha iyi
anlaşılabilmesi için öncelikle, emperyalizmin hedefi konumundaki
ulus-devletlerde ve bu doğrultuda Türkiye’de mevcut işbirlikçi NGO’lara yüklenen
misyonların açıklanması gerekmektedir.
- AB ülkelerinin de aynı amaçlı “birinci sınıf” NGO’ları
bulunuyor; ancak Türkiye’ye baktığımızda, en etkin Avrupalı NGO’lar arasında,
özellikle Almanların başı çektikleri gözlemleniyor. Türkiye’de faaliyet
gösteren Alman Kültür Merkezleri’nin yanısıra, Beyrut merkezli
“Morgenlaendische Gessellschaft”a bağlı Orient Institut’un İstanbul Şubesi ve
Goethe Enstitüsü, Alman NGO’larının Türkiye’deki ilk sıçrama noktaları olarak
kabul ediliyor.
- Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve
enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND’nin kontrolünde çalışan, tüm
masrafları Federal Bütçeden karşılanan “taşeron” NGO’lardır. İşin ilginç
tarafı, hemen her vakıf, -aşırı sağcı CSU ve solcu PDS dışında- rejime entegre
sorunu olmayan mevcut siyasal partilerin birer yan kuruluşudur. Örneğin,
Almanya’nın en büyük partilerinden biri olan Hristiyan Demokratik Birliği-CDU,
Konrad Adenauer Vakfı’na, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı’na sahiptir. Aynı
şekilde, Sosyal Demokrat Partisi-SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı, Hür Demokrat
Parti-FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar arasında
yer almaktadır. Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan partilerin bünyesi
içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın Federal
Hükûmetin “Politik Eğitim Fonu”ndan finanse edilmektedir. Bu vakıfların
yurtdışı faaliyet giderleri de tamamiyle Federal Hükûmet tarafından
karşılanmaktadır. Resmen Alman Hükûmeti’nden yardım alan sözkonusu vakıflar,
dış ülkelere “Hükûmetdışı Sivil Toplum Örgütleri” yani NGO olarak takdim
edilmektedir. İşte bu vakıflar, 1984’den itibaren Türkiye’ye gelerek ve de
yasal boşluklardan yararlanarak, her biri birer “taşeronun taşeronu” legal Türk
NGO’sunun tabelâsı ardında faaliyetlerini sürdürmektedirler.
– Sözkonusu Alman vakıflarının yıkıcı-bölücü ve de espiyonaj
faaliyetlerine karşı ilk kez Türk kamuoyunu bilgilendirerek uyaran Türkiye’nin
tek Doğubilimcisi Tamer Bacınoğlu, sözkonusu vakıflarla ilgili şu çok önemli
değerlendirmeyi yapmaktadır:
“… Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel
NGO’lardır ve Alman dışpolitikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir.
Alman Dışişleri Bakanlığı’nın … yayınında, ülkelerin içişlerine sorun
yaratmadan karışabilmek için ne tür ‘kamuflaj projeleri’ kullanabileceği
üzerine bir dizi ‘pratik örnek’ verilmektedir. ‘Politik Vakıflar’ın bu bağlamda
‘diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları’ en yetkili ağızlardan
itiraf edilmektedir.
– Ankara ve İstanbul’da şubeleri bulunan tüm Alman parti
vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki
etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükûmet sorunu
değil, ‘yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya
çalışan Türk devleti’ olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir
strateji izlenir: A- ‘Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine
tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak’ ve buna paralel olarak ‘kürtçü
gruplar’ ile Almanya arasında köprü kurmak. B- ‘Toplumun değişik katmanları ile
siyasal islâmcıları bir araya getirmek’ ve buna paralel olarak islâmcılar ile
Alman devleti arasında köprü kurmak. C- ‘Alevilerin aşırı islâma karşı
oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde
Kürt sorununa kaydırmak’.
– İkinci maddedeki etkinlikler, ‘Türkiye’de yerel
yönetimlere işlerlik kazandırmak’ amacıyla Almanya’da adı var, kendi yok
‘federal sistem’i Türkiye’ye tanıtmayı hedefler. FDP’nin Friedrich Naumann
Vakfı, ‘federalizmi tanıtma’ çabalarını genelde Batı Anadolu’da yürütürken,
Yeşillerin Heinrich Böll Vakfı ‘federal yönetimin nimetleri’ni Doğu Anadolu
konusunda gündeme getirmektedir. Yeşiller’in bu vakfı şu sıralar, Türkiye’nin
etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı
bakanlığa bağlı Alman resmi ‘araştırma’ enstitüleri ile ortak çalışmakta.
SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha ‘global’ bir yaklaşımla ‘Türkiye’de
sivil toplum kurulabilmesi’ için çaba gösterirken, daha çok ‘ekonomi ağırlıklı
diyalog arayışı’nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye’de ‘İslâmı
demokrasiyle barıştırmak’ yolunda en kapsamlı projeler ise CDU’nun Konrad
Adenauer Vakfı’nca yaşama geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi, ‘yerli köprübaşları
oluşturmayı’ öngörür. Almanya’ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar,
burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için
ödenen Alman ‘kalkındırma yardımı’, bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak
artırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından
değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır….
– Almanya kökenli vakıflar, ‘biz NGO’yuz’ diyor. Ancak
‘sivil toplum’, ‘küresel ekonomi’ ve ‘insan hakları’ için uğraşı verdiklerini
iddia ederken, ‘Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir
yapıdır’ da diyebiliyorlar. Hepsi de ‘dost ve müttefik Almanya’ hesabına
çalışıyor. Söylev’deki ‘Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi
adamları faaliyette…” sözlerini hep anımsamalıyız” (10).
– Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı
tarafından hazırlanan ve Aralık 2000’de yayınlanan “Yeni Türkiye Konsepti”,
Alman vakıflarına, rutin faaliyetlerinin yanında –özellikle espiyonaj
ağırlıklı- yeni görevler yüklemektedir: “Köylülerde çevre bilincini
geliştirmek; köylü kadınları politikaya duyarlı hale getirmek; sistem karşıtı
eleştirel ve alternatif medyacılığı teşvik; çevre düşmanı yatırımlara özellikle
turizm bölgelerinde gereksiz endüstri tesislerine, otoyollara ve baraj
inşaatlarına karşı sivil itaatsizlik eylemleri organize etmek vs. vs.” (11).
İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazıları:
2.1. KONRAD ADENAUER VAKFI
Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle
gibi iyi derecede Türkçe ile, Türkiye’nin zaaf boyutlarındaki etnik-dinsel-ekonomik-siyasal
ve de toplumsal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından
yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. Vakıf
Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir binaya sahip olup, İstanbul’da da şube düzeyinde
temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden
dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye
çalışmaktadır (12). Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki
etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir fikir verecek
düzeydedir: “Bu yılın 6 Temmuzu’nda Ardahan Subay Gazinosu’nda akşam
yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiye’deki Alman
vakıflarının çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını
bildirdiler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi
özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece ben de bilgi sahibi olabildim.
Ardahan ilinde belediye başkanları ve belediyede ve idarede
çalışanlar için iki günlük bir seminerin açılışını yapmıştım. Bu semineri uzun
yıllar birlikte çalıştığım Türk ortağımız Türk Belediyecilik Derneği (TBD) ile
birlikte düzenlemiştik. Seminerin konuları arasında şehircilik, ihaleler,
belediye başkanının, belediye meclisinin ve belediyenin görevleri ve
birbirleriyle ilişkileri vardı. Ortağımız TBD, her yıl Türkiye’nin bütün yöre
ve illerinde aşağı yukarı 100’e yakın bu tür meslek eğitimi semineri
düzenlemektedir. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yönetim ve
demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve bağımsız
yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu
görüşünde birleşiyorlar.
Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve
ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri,
ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki
çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu yöredeki
doğanın güzelliği, Türkiye’nin bu ücra köşesindeki insanların özel dostluk ve
candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum” (13).
Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir
yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindeyse, ellerini kollarını
sallayarak, Türkiye’nin hemen her yerine rahatça girebilmekte; faaliyet
gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve
Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır.
Wolfgang Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda
bölgede çalışmış ve sonuçta “kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına,
özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik
çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye’de 47 ayrı etnik halk
söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde
iki laz örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır (14).
Önceleri, Almanya’da basılan laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine
gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde
örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını
orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak…
2.1.1. K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ
Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki kurmadığı,
kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi kurum ve kuruluş neredeyse
sözkonusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik Derneği değil, tabelâsı
ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti,
Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün
yanısıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek etkinlikler
düzenlemişlerdir (15).
Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de
düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar” adını taşıyan
kongrede yapmıştır. Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay
Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler katılmıştır.
Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta “aklanma”, “prestij artırma”,
“dokunulmazlık sağlama”, “ilgi odağı olma” yorumlarına yolaçmıştır. Tıpkı
bildirilerin toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı gibi: “…
Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye
Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı Yıldırım Akbulut’un kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük
Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini
vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir” (16).
Kongrede, BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner,
Türkiye açısından en kritik konulardan biri “AB Üyesi Olarak, Egemenlik
Haklarının Devri Sorunu” üzerine katılımcıları Almanya’dan edinilen deneyimler
(!) çerçevesinde bilgilendirmiştir (17). Alman iç istihbarat örgütü olan
“Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı”nın (BfV) en gözde hukukçularından Avukat
Dr. Christian Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal
etmemiştir:
“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en
ağır yaradır…. Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye’nin
gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu’yla bağlantılı olarak dile
getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da kattığı tespit
edilmelidir…. Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan bağlayıcı
kararlar değil, sadece hükümete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli
değildir. Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu’nun tüm tavsiyelerinin
yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele
hususundaki ‘tavsiyelerinin’ çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki
Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset sisteminin
Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya hükümetten daha fazla
katkıda bulunmuş olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupa’nın özgürlükçü
demokratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda gözüken
yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi
istenmiş, ‘sivillerin’ etkili egemenliği talep edilmiştir…. Kemal Atatürk’ün
kendisinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa’nın
entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin,
özellikle Kemalist milliyetçiliğinin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu,
AB’ye entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi strüktürlerin bir kısmının
tasfiyesine çelişki arz etmektedir” (18).
Dr. Rumpf, Atatürk’ün yaşadığı dönem itibariyle çağın
koşullarına ve gereksinimlerine tamamiyle zıt “anti-emperyalist” bir mücadele
sonrasında ülkesine bağımsızlık kazandırdığı gerçeğini es geçmekte ve
Kemalizmin yorumunun saptırılarak AB talepleri çerçevesinde yeniden yapılmasını
ima etmektedir. Ancak, Türkiye’nin ergeç yola gireceğinin kanıtı ve emaresi
olarak “tüm Türkiye’de faaliyet gösteren İnsan Hakları Derneği ilk defa işkence
vakalarında belirgin bir azalma tespit etmiş” diyerek güvenilir, hatta MGK’dan
da güvenilir bir kaynağa (!) atıfta bulunmaktadır.
2.1.2. TEHLİKENİN BOYUTU: K.A.V.’NIN ÖNEMLİ ETKİNLİKLERİ
Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, her yıl çok
sayıda konferans, seminer, atölye çalışması ve sempozyum düzenlemektedir.
Vakfın sadece 2000 yılında saptanan 33 etkinliğine katılan davetli sayısı 3.000
olup, toplam 281 etkinliğe katılan davetli sayısı ise 23.400’dür. 2000 Yılı
itibariyle üç tartışma forumu düzenlenmiştir. Siyasal diyalog kapsamındaki bu
tartışma forumlarının her birine, kendi alanlarında sivrilmiş 100’er davetli
katılmıştır: “Orta Ölçekli Sanayinin ve Modern Teknolojinin Bavyera Eyaletinde
Teşviki” konulu forumun konuşmacısı Müsteşar Hans Spitzner, “Yüksek
Teknolojilerdeki Devrimsel Gelişmeler-Silahlı Kuvvetler İçin Sonuçlar” konulu
forumun konuşmacısı Dr. Holger Mey ve “Türkiye’de İnsan Haklarına Saygı
Eğitimi” konulu forumun konuşmacısı Prof.Dr. İonna Kuçuradi’dir.
Vakfa göre, “siyasi diyaloğun diğer önemli bir bileşeni,
siyasi müşaveredir. Bu hususta Alman siyasetçilere, önemli siyasetçiler ve
şahsiyetler ile yerinde görüşme ve durum hakkında yerinde fikir edinme imkânı
sağlanır. Bu temasların her iki tarafın çalışmaları için çok faydalı olmakla
kalmayıp, aynı zamanda önyargıların tasfiye edilmesi ve karşılıklı diyaloğun
sağlamlaştırılmasına önemli bir katkı sağladığı geçmişteki uygulamalarda
görülmüştür. 2000 Yılında Avrupa Halk Partisi (EVP) milletvekili Bayan Dr.
Renate Sommer’in ziyareti, Bay Dr. Norbert Lammert’in ziyareti (Milletvekili ve
Alman Federal Parlamentoda Hristiyan Demokrat Partisi/Hristiyan Sosyal Birliği
CDU-CSU dış siyasi sözcüsü) ve milletvekili Manfred Grund başkanlığında Thüring
Eyalet Grubunun ziyareti gerçekleşmiştir” (19).
Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki
uluslararası kongreleri düzenlemiştir: “Turkey on Her Way to EU-Membership”
başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; “Türkiye’de Okul Reformu Sonrasında
Yabancı Dil Dersi Reformu” konulu sempozyum; “Küreselleşme ve Modernleşme
Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türkiye’de Anayasa Reformu-İlkeler
ve Sonuçlar” konulu kongre; “Karadeniz/Ereğli’de Bölgesel Gelişme” konulu
kongre; “Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı” konulu etkinlik; “Alman
Okullarında İslâm Din Dersi” konulu kongre; “Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik
Haklarının Devri” konulu kongre; “Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar
ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel Yönetimlerin Sınırötesi
İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle
ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV
sayesinde, Ankara’daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen
‘Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı’ konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl
düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler
kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış
açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz KAZANILABİLMİŞTİR” (20).
Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili
bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. Ancak önemli olan, bu etkinlikler
sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak kazanılması hedefinin alenen
ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İktisadi
İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’larının 2001 Türkiye
Konsepti”nde Konrad Adenauer Vakfı’ndan “ANAP merkeziyle ve taşra
bürokratlarıyla ilişki ağı kurması” istenilmektedir. TDV yani Türk Demokrasi
Vakfı’nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf
Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve Türkiye’de etnik
hobileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu’nun da bulunduğu gözönüne alınacak
olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere nasıl bağlı kalmakta
duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır.
KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de “kazanılmasına”
büyük önem vermektedir. Kendi cümleleriyle işte amaçları: “Gençlerin teşvik
edilmesi, özellikle de gençlerin siyasi fikir oluşturma sürecine katılımı,
Türkiye’de yoğun olarak ihmal edilen bir sahadır. Bu husus, Türkiye nüfusunun %
70’inin 35 yaşın altında bulunduğu dikkate alındığında özellikle şaşırtıcıdır.
KAV bu nedenle geçen yıl toplam üç gençlik konferansı (09.04.2000 tarihinde
Gaziantep, 17.05.2000’de Mardin ve 19-21.05.2000’de Van) ve 23-25.11.2000
tarihleri arasında Kuşadası/Aydın’da gençlik günleri konulu bir forum
düzenlemiştir. Özellikle ‘Türkiye’nin Geleceği, Geleceğin Türkiyesini
Konuşuyor’çalışma konusu altında düzenlenen Van’daki etkinlik, katılanlar için
bir tartışma forumu sunmuştur. Foruma katılan 140 kişi, 4 çalışma grubuna ayrılmış
ve muhtelif konuların ele alınması ile görevlendirilmiş olup, sonuçları bir
komünikede toplanmıştır. En önemli sonuç, FARKLI MENŞELERE rağmen, kültürel bir
birlikte yaşamanın temeli sayılabilecek müşterek ideallerin ve fikirlerin var
olduğu yönündeki tespit olmuştur” (21).
Konrad Adenauer Vakfı’nın Güneydoğuya ilgisi, farklı
menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt’in daha güven mektubunu
sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakır’da “biji Apo”,
“kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir içmesuyu tesislerinin
temelini atması gibi ayrıntılar (!) Türk istihbarat kurumlarının engin
hoşgörüsü (!) altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22)