23 Nisan 2014 Çarşamba

Prof Dr. Mehmet Ali Kılıçbay’ın araştırması: Yüzde 80’i yabancı

Türkiye’de bizler şehirlerimizin Türk ismi olduğunu düşünerek mutlu oluyorduk. Hâlbuki öyle değilmiş. Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Mehmet Ali Kılıçbay bu konuda bir araştırma yapmış. Yaptığı araştırmada Türkiye’de bulunan illerin % 99 unun adının Türkçe olmadığını yazmış.
Önemli olan elbette bu adlara sahip çıktığımız gibi bu şehirlerin üzerinde bulunduğu Anadolu topraklarına sahip çıkmak.
En önemlisi bu.
Prof Dr. Mehmet Ali Kılıçbay’ın araştırması:
Yüzde 80’i yabancı
Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Kılıçbay: “Türkiye’de bulunan illerin yüzde 99’unun adı Türkçe değil. Ülkemizde özü Türkçe olan şehirlerin ismi çok sınırlı. Ne yazık ki insanlarımız bunu çok iyi bilmiyorlar. Çünkü tahsil ortalaması 3 buçuk yıl olan bir ülke Türkiye. Hala bile Bodrum gibi Ağrı gibi şehir adlarını Türkçe sanıyoruz. Bu isimler bizim hanemize girince Türkçe diye algılıyoruz. Ancak aslında bütün dünya ülkelerinde durum aynı. Hemen hemen her ülkede alıntılar olabiliyor. Türkçe kelimelerin bile yüzde 80’ni Arapça, Rusça, Yunanca, İngilizce gibi çok farklı dillerden geliyor. Ancak tabii ki önemli olan bu değil. Önemli olan Anadolu’da yaşayan insanlar olarak hep beraber bu topraklara sahiplenmek. Önemli olan da bu zaten.”
Türkiye’de İtalyanca
Türkiye – Turchia (İtalyanca)
Afyonkarahisar: Akroenos (Yunanca)
Adana: Atana (Hititçe)
Adıyaman: Hısn-ı Mansur (Arapça)
Ağrı: Ararat (Ermenice)
Amasya: Amasesia (Yunanca)
Ankara: Ancyra (Galat dili)
Antalya: Attaleia (Yunanca)
Artvin: Artvan (Kafkas Dili)
Aydın: Tralles (Yunanca)
Balıkesir: Paleo Kastro (Yunanca)
Bilecik: Agrilion (Yunanca)
Bingöl: Cebel-cur (Urartu dili)
Bitlis: Bitlis, İskender’in generali Badlis’den (Yunanca)
Bolu: Klaudio Poli (Bitinyaca dili)
Burdur: Limobria (Yunanca)
Bursa: Prussa (Bitince dili)
Çanakkale: Troas (Yunanca)
Çorum: Hattuşa (Hatice)
Denizli: Laodikeia (Yunanca)
Diyarbakır: Diyar-ı Bekir (Osmanlıca)
Edirne: Hadrianapolis (Yunanca)
Elazığ: Elaziz (Arapça)
Erzincan: Erzigan (Kürtçe)
Erzurum: Arz-ı Rum (Osmanlıca)
Eskişehir: Dorlion (Frigce)
Gaziantep: Hantap (Hititçe)
Giresun: Kerasunda (Yunanca)
Gümüşhane: Argyropolis (Yunanca)
Isparta: Baride (Hititçe)
İstanbul: Eis tin polis (Yunanca)
İzmir: Smirna (Yunanca)
Kayseri: Kaisareia (Yunanca)
Rize: Rhizios (Yunanca)
Osmaniye: Otman (Arapça)
Malatya: Maldiye (Hititçe)
Ardahan: Ardana (Gürcüce)
Bayburt: Payberd (Ermenice)
Konya: İkonion (Yunanca)
Niğde: Nahida (Yunanca)
Aksaray: Garsama (Yunanca)
Çankırı: Gangra (Yunanca)
Bartın: Barthenios (Yunanca)
İskenderun: Alexandretta (Yunanca)
İznik: Nikomidia (Yunanca)
Karabük: Haluna (Hititçe)
Kastamonu: Kastromoni (Yunanca)
Kırklareli: Saranta Eklesias (Yunanca)
Kütahya: Frigce; Kotiaeon,
Manisa: Lidyaca; Magnisia
Maraş: Markasi (Hititçe)
Muğla: Karya (Karca)
Nevşehir: Nissa (Hititçe)
Ordu: Kotioro (Yunanca)
Sakarya: Sangari (Frigce)
Samsun: Amisos (İyonyaca)
Sinop: Sinova (Hititçe)
Sivas: Sebastia (Yunanca)
Tarsus: Tarsa (Luvice)
Tekirdağ: Bisanthe (Yunanca)
Tokat: Togayitlerin kurduğu sanılıyor
Trabzon: Trapezus (Yunanca)
Trakya: Thraki (Trakça)
Uşak: Temenothyrea (Frigce)
Urfa: Urbai (Süryanice)
Van: Vaini, Van (Urartuca, Ermenice)

15 Nisan 2014 Salı

SOLE KRİSTAL TUZU'NUN SİHİRLİ GÜCÜ; Prof. Dr. AHMET AYDIN

SOLE KRİSTAL TUZU'NUN SİHİRLİ GÜCÜ
Prof. Dr. AHMET AYDIN
Son yıllarda medya ve basın organlarında “tuz”a karşı büyük bir savaş var. Tuz her yerde kötüleniyor ve uzmanlar sofradan tuzu kaldırın diyor.  Amerika’da bazı lokantalar masalara tuzluk koymamaya başlamış. Sağlık Bakanlığı ve sivil sağlık kuruluşları az tuz tüketilsin diye yaygın bir şekilde uyarılarda bulunuyorlar. Aykırı fikirleri ortaya koyan biri olarak bu sizin konu hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek isterim. Bu öneriler ne kadar doğru?
Tuz hakikatten bu kadar kötü mü?
Evet, fazla tuz tüketmek bazı insanlarda yüksek tansiyona neden olarak böbrek ve kalp hastalıklarına, felçlere yol açabiliyor. Ama bu tuz kısıtlaması konusu fazla abartılıyor ve nerdeyse açık bir tuz düşmanlığı yapılıyor. Bu durum beni çok tedirgin ediyor. Çünkü bu önerilere körü körüne uymak faydadan çok zarar getirebiliyor.
Bir kere önce şunu söyleyeyim. Tuz kalitesine miktarına dikkat edilmek şartı ile düşmanımız değil tam tersine kadim dostumuz. Tuz hayatın vazgeçilmez unsuru, çünkü onsuz hayat mümkün değil. Dünyanın dörtte üçü denizlerle kaplı. Biliyorsunuz deniz suyu tuzlu. İnsan vücudunun da üçte ikisi su ve tuz. Suyun damarlarımızda ve hücrelerimizde durabilmesi tuz olmadan olmuyor. Tuz ayrıca sinirlerimizin iletisini sağlıyor, kaslarımızı kasıyor, çeşitli besin maddelerinin hücre içine girmesini sağlıyor. Tuz olmadan hiçbir şey düşünemiyor ve hareket edemiyorsunuz.                                                                                                        
Tuz’un tarihini araştırdığımızda geçmişte çeşitli topluluklar arasında tuz savaşları yapıldığını öğreniyoruz. Büyük uygarlıklar tuz üretimini kontrol ederek yükselmiş, tuz ticareti sayesinde zenginleşmiş gelişmiş (1).
Dikkat ederseniz eski yerleşim yerlerinin birçoğu tuz ocaklarına yakın.
Romalılar maaşları (salary) tuz (sal) ile öderlermiş. Hatta tuz o kadar kıymete binermiş ki Avrupalı ve Afrikalı kaşifler bir fincan tuz almak için 1 fincan altın tozu verirlermiş. Yani tuz kıt bulunduğu yörelerde altın kadar kıymetli imiş, hatta tuza beyaz altın diyorlarmış.                                                                 
O halde otoriteler niçin tuzu kısıtlamamızı söylüyorlar?
Birçok hekim hipertansiyonun tedavisi ve önlenmesinde hasta olsun olmasın her kese tuzu azaltılmış bir diyet öneriyor. İlk bakışta tansiyon hastalarına tuz kısıtlaması yapmak çok doğruymuş gibi gözüküyor. Çünkü kanımızda dolaşan tuz miktarı artarsa,  bu fazla tuz hücre içindeki suyu kendi tarafına çeker. Damar içindeki sıvı miktarı artar, bu da kan basıncını artırır. Ama gerçek bu kadar basit değil. Tuz tansiyonu yükseltir’ söylemi fazlaca düz bir mantığa dayalı. Tuza duyarlı genetik özelliklere sahip bazı etnik gruplar dışında tuz kısıtlamasından tansiyon açısından fayda görenlerin oranı düşük; duyarlı grubun Dünyadaki oranı ise yüzde 30’u geçmiyor. 
Bazı insanlar tuza duyarlı iken, çoğunlukta bu duyarlılık yok demek istediniz anladığım kadarı ile; bu farklılığın belli bir nedeni var mı?
Vücudumuzda su ve elektrolit dengesini ayarlayan hassas bir hormonal sistem var, renin-anjiyotensin-aldosteron (RAA) sistemi diye. Vücudumuz susuz ve tuzsuz kaldığında beyin hücrelerini susuz bırakmamak için her türlü tedbire başvuruyor. Amaç beyine yeterli kanı göndermek. Bu durumda eğer yeterli tuz ve sıvı almazsanız renin-anjiyotensin-aldosteron (RAA) sistemi etkinleşiyor. Bu durumda kas, deri ve eklem gibi önceliği olmayan dokuların damarlarını büzüştürüyor. Bu dokular susuz kalıyor; deyim yerinde ise buruşuyor.  Böylece hayati beyin gibi organlara daha fazla kan gidiyor. Su ve tuzu fazla aldığımız zaman ise RAA sistemi faaliyetini durduruyor.
Şimdi köle ticaretinin dorukta olduğu yüzyılları düşünün. O zamanki Afrikalıların bir bölümü (özellikle Büyük Sahra, Kuzey Afrika) tuz ocaklarının yakınında yaşadıkları için yeterli sodyum almakta idiler bu nedenle RAA sistemleri aşırı aktif değildi. Orta ve Güney Afrika’nın iç kısımlarında yaşayan daha ilkel şartlarda tuz ocaklarına uzak yaşayanlar ise sadece yiyeceklerde bulunan sodyumu tüketirler, bulamadıkları için ilave tuz alamazlarmış. İşte bu insanlar çok az aldıkları sodyumun böbrekten atılmasını iyice azaltmak için RAA sistemlerini aktif halde tutacak genetik yatkınlığa sahip olmuşlar.
16. yüzyılın başından 19 yüzyılın sonuna kadar çok sayıda Afrikalı esir olarak Amerika’ya ve başka kıtalara götürülmeye başlanmış (bunların çoğu Afrikanın Güney ve Orta kısmından alınmış) . Esirlerin haftalar süren yolculuklarda gemi ambarlarında sıcağa maruz kalmaları, tuz kaybına yol açmış. Bu nedenle esirlerin bir bölümü tuz kaybına bağlı susuzluktan ölmüşler. RAA sistemleri aktif olanlar, tuz kaybından daha az etkilenmiş ve daha az ölmüşler ve böylece Amerika kıtasına gelmişler. Yani tuz tutma özellikleri fazla olanların (yani bulundukları doğal yaşama ortamında fazla tuz alma imkanı olmayanlar) yaşama şansı artmış.           
Bu kıtaya ulaşan tuza duyarlı Afrikalılar daha farklı bir beslenme düzenine geçmek zorunda kalmışlar. Çünkü beyaz adamların diyetlerinde sodyum daha yüksek ve potasyum daha düşükmüş.  Tuza duyarlı bu kara derili grup insanlarda, aynı diyeti alan beyazlardan daha çok hipertansiyon olduğu saptanmış(2).
Özetle söyleyecek olursak insanların yaklaşık %30’u tuza duyarlı ve bu insanlarda böbrekten salgılanan renin adlı hormon düşük. Bu hastalarda tuz kısıtlaması hastaların hipertansiyonunun düzelmesine yardımcı oluyor. Fakat insanların %70i ise tuza duyarlı değil ve renin seviyeleri yüksek. Bu kişilerde tuzu kısıtlamak zaten yüksek olan renini artırarak kan basıncını da artırıyor.
Tuza duyarlı olup olmadığımızı nasıl anlarız?
Maalesef tuza duyarlı ve duyarsız kişileri ayıran hassas bir test yok. Siyahilerde, yaşlılarda ve obezlerde tuza duyarlı olanlar daha yüksek oranda. Bence bütün hipertansiyonlulara hiçbir ilaç vermeden çok aşırı olmamak koşulu ile tuz kısıtlaması yapmak, iki hafta içinde tansiyonda beklenen düşme olmuyorsa, o kişi tuz duyarlı değildir ve bu diyette ısrar etmemek lazım.
Tuza duyarlı olmayan o büyük gruptaki insanlar tuz kısıtlaması yaparlarsa ne gibi zararlara uğrarlar?  
 Şimdi söylediklerime çok şaşacaksınız. Bir araştırmada tuz kısıtlaması yapılan hipertansiyonlu hastaların, yapılmayanlara oranla daha fazla enfarktüs geçirdiklerini gösterilmiş (3). Başka bir araştırmada da az tuz tüketenlerde ölüm oranları daha yüksek bulunmuş(4). Ama nedense tıp dünyası bu tarz çalışmaları görmezden geliyor!
Az tuz almak kemik kırıklarını ve kemik erimesini de artırıyor. Mesela bir araştırmada 364 kırıklı yaşlı hastanın (65 yaştan büyük) ve aynı sayıda kırıksız hastanın serum soydun seviyelerine bakılmış (5).  Kırıksızlarda %4.1’inde kan soydun değerleri düşük bulunurken kırıklılarda bu oran iki kattan daha fazla imiş (%9.1).
Araştırıcılar tuz tadı ve motivasyon ve duygulanım ile ilgili süreçlerin limbik önbeyinde iç içe girdiğini göstermişler(6). Bu nedenle tuz dengesindeki değişiklikler mizaç ve davranış bozukluklarına yol açabiliyor. Bir araştırmada tuzu kısıtlanan farelerin daha önceleri zevk aldıkları faaliyetleri yapmadıkları saptanmış. Biliyorsunuz hayattan zevk almamak depresyonun en önemli özelliği. Yani tuzun antidepresan bir özelliği var.  Belki de bu yüzden bazı insanlar tuza çok düşkünler.
Tuz eksikliği iştahsızlık, konsantrasyon azlığı, dikkat eksikliği, yorgunluk, baş ağrısı, uyku bozuklukları, tükenmişlik hissi, ağız tadının bozulması ve susuzluk hissi gibi belirtilere de yol açıyor. Birçok insanda bu belirtiler olabiliyor, ama bunlar nadiren tuz eksikliğine bağlanır.                                                  
Şimdi anladım tuzun azı da zarar, çoğu da zarar diyorsunuz özetle.
Evet öyle, ortası karar. Fakat önemli bir problem var. İnsan sağlığı ile ilgili birçok kanaat önderi genellikle tuzun fazla miktarda alınmaması konusuna odaklanmışlar. Tuzun kalitesi, yani doğal olup olmaması onları nedense fazla ilgilendirmiyor.
Bakkaldan, marketten aldığımız rafine tuzlar kalitesiz mi yani? Biz yemeklerde rafine tuz kullanıyoruz. Ancak turşu kuracağımız ya da salamura balık yapacağımız zaman kaya tuzunu kullanıyoruz, ucuz olduğu için. Yoksa rafine tuzlarda bir sorun mu var? Var tabii.Peki hangi tuz daha kaliteli, rafine tuz mu? Kaya tuzu mu? Bize bu tuzların özelliklerinden bahsetseniz
Olur bahsedeyim. Dünyadaki tuz üretiminin %93-94'ü direkt olarak endüstriye gidiyor. Tuzsuz ne plastik, soda, yumuşatıcılar, deterjanlar, cilalar, ne de yağlar üretilebiliyor. Kimyasal ayrıştırma işlemleri için ise sadece NaCl gerekli. Çünkü doğal tuz kristalinin içerdiği diğer elementlerin tümü üretimde sıkıntılara sebep oluyor (7). Bu elementler rafinasyon sırasında ayıklanıyor ve geriye sadece NaCl kalıyor. Bu işlemler için ayrıştırılan tuz'dan endüstride kullanılmayan %6'lık kısım da gıda sektörüne aktarılıyor. Üstelik rafinasyon işlemleri sırasında birçok toksik madde tükettiğimiz tuza karışıyor. Başka bir sorun da tuzun elde edildiği yerin temizliği. Örneğin Türkiye'nin büyük oranda tuzunu karşılayan Tuz Gölü maalesef kanalizasyonlar ve kirletici sularla kirlenmiş vaziyette.
Rafine tuzlar ile doğal tuzlar arasında çok büyük farklar var. Rafine tuzun %97.5’i sodyum klorür; geri kalan %2.5’inde iyot ve nem soğurucu kimyasallar var. Başlıca nem soğurucular kalsiyum karbonat, magnezyum karbonat ve Alzheimer hastalığına da yol açtığı söylenen alüminyum hidroksit. Bu kimyasallar tuzun serpilmesini kolaylaştırıyorlar, yani akıcılığını artırıyorlar.
Bu tuz rafinasyon işlemi sırasında 650oC sıcaklığa maruz kalıyor ve bu sıcaklık tuzun kimyasal yapısını bozuyor. Rafine tuz birbirinden ayrılmış kristallerden oluşuyor. Bu nedenle metabolize olması için vücudunuzun çok enerji harcaması gerekiyor. Aşırı rafine tuz aldığınızda su molekülleri sodyum klorür molekülünün etrafını sarıyor ve vücudunuz bunu nötralize etmeden hemen sodyum ve klorüre ayrıştırıyor. Bu işin oluşması için hücre içinden su çekilir ve hücreleriniz buruşuyor, bu arada tansiyonunuz da yükseliyor. Her 1 gram fazla sodyum için hücrelerden 23 gram su çekiliyor. Bu durum tansiyonumuzu yükseltirken hücrelerimizi de susuzluktan kurutuyor. Bilimsel açıdan doğal tuz kristalinin kendine has bir yapısı var. Diğer tüm kristal yapıların tersine, tuzun atomik yapısı moleküler değil, elektriksel ve tuzu değişken yapan faktör de bu (8)
Doğal tuzda, rafine tuzda olmayan ne gibi mineraller var?
Doğal tuzun %84’ü sodyum klorür; geri kalan %16’lık bölümünü lityum, fosfor, selenyum, magnezyum, kalsiyum, vanadyum gibi doğal mineraller oluşturuyor.  Doğada bulunan 94 elementten soy gazlar hariç tüm elementler (84 element) doğal tuz kristalinde mevcut. İnsan bedeni de tuz gibi 84 elementten oluşmakta. Yani doğal tuz mineral ihtiyaçlarımızın tamamını sağlıyor! İşin kötü yanı doğal tuz dışında bazı doğal mineralleri alacağımız doğru dürüst bir kaynak yok.  Bu mineraller kaynak suyu ve maden sularında da bulunuyorlar ve sağlığımız için çok önemli. Sadece bir örnek vermek istiyorum ABD’de Texas’ta lityumdan fakir suların içildiği bölgelerde cinayet, hırsızlık, soygunculuk, tecavüz ve intihar olgularının daha çok görüldüğü saptanmış(9). İşte bu yüzden “doğal-işlenmemiş tuzlar” ile “rafine beyaz tuzun” birbirine hiç benzemiyor.
Rafine tuz vücudumuzu neden tahrip ediyor?
Vücut rafine tuzu saldırgan bir zehir olarak algıladığı için tüketilen rafine tuzu kendini korumak amacıyla bir an önce atmak istiyor ve bu nedenle de tüketilen aşırı miktarda rafine tuzun süzülmesi ve atılması başta böbreklerimiz olmak üzere tüm boşaltım sistemi üzerinde önemli bir yük ve baskı oluşturuyor.  Bu durumda rafine tuz vücudumuzda aşırı su birikimlerine (ödem) sebep oluyor ki kalp yetersizliğine yol açabiliyor. Kadınların en önemli şikâyetlerinden biri olan selülitin temel sebeplerinden biri de yine bu.
Vücuttan atılamayan rafine tuz ise tekrar kristalleşerek direkt olarak eklem ve kemiklerde depolanıyor ki bu artrit, gut gibi değişik türdeki romatizmal hastalıklar ile safra kesesi ve böbrek taşı oluşumlarının önemli sebeplerinden. Tekrar kristalleştirerek saklama çözümü orta ve uzun vadede hastalıklara sebep oluyor ama, atılmasını gerçekleştiremediği aşırı miktarda rafine tuzun kendisine vereceği akut zararı engellemek için vücudun bulabildiği tek çözüm bu. Yani zararı zamana yayıyor.
Deniz tuzu da faydalı mı?                                                                                      
Aslında kaya tuzları da eski jeolojik devirlerde oluşan deniz tuzlarıdır. O nedenle deniz tuzları kaya tuzlarının özelliklerine sahip, ve onlar kadar faydalı; rafine edilmemişse tabii. Ama maalesef piyasada satılan bu tuzların çok büyük bir bölümü rafine.
Ben de deniz tuzlarını doğal sanırdım. Peki bir tuzun rafine olup olmadığını nasıl anlayacağız?                                                                                                   
Çok kolay. Bir tuz çok rahat akıyorsa o rafinedir. Hangi tuzu kullanıyorsanız kullanın önce tuzunuzu test edin, sonra karar verin. Yarım çay bardağı üzüm sirkesi içine1 tatlı kaşığı tuz atın. 5-10 dakika kadar bekleyin. Sirke yeni açılmış gazlı içecekler gibi aşağıdan yukarı doğru köpürmeye başlıyor ve bir süre sonra bulanıklaşıyorsa o tuz doğal değildir.
İşlenmiş gıdalara neden tuz konuyor?
Buzdolabının olmadığı devirlerde yiyecekleri kokuşmadan saklamanın başlıca yolu tuzlama idi. Çünkü tuz kokuşma yapan bakterilerin yaşamasına izin vermiyor. Günümüzde soğuk hava depoları ve kimyasal koruyucularla bu ihtiyaç büyük ölçüde ortadan kalktı. Ama yine de paketlenmiş gıdalara çok miktarda tuz konuluyor.
Neden?
Tuzun gıdaların raf ömrünü artırması dışında başka özellikleri de var. Çünkü tuz olmazsa doğal yapısı değiştirilmiş o tatsız yiyecekleri kimse yemez. Tuz bunlara tat katmanın en ucuz yolu. Tuz ayrıca iyi bir stabilizatör. Paketlenmiş gıdaların içindeki unsurların bir arada durmasını, dağılmamasını sağlıyor.
Raf ömrü artırılmış yiyeceklerin içinde sadece sodyum klorür yok, başka sodyum bileşikleri de var; monosodyum glutamat, sodyum bikarbonat (yemek sodası), sodyum nitrat ve sodyum sakkarin gibi. Bu durum farkında olmadan tükettiğimiz tuzun aşırı miktarlara çıkmasına neden oluyor. İşin önemli yanı bu sodyum bileşiklerinin tuz tadında olmaması. Böylece tuzlu bir şey yediğinizi de anlamıyorsunuz. Ayrıca bu katkıların çoğu sağlığımız için sakıncalı.
Yani bilmeden çok miktarda sodyum alıyoruz, o halde?
Tamamen öyle.
Ülkemiz doğal tuz kaynakları bakımından zengin mi?
Evet oldukça zengin. Çankırı, Iğdır ve Kastamonu gibi illerimizde tuz mağaraları bulunuyor ve buralardan çıkan kristal kaya tuzları doğal tuz olarak tanımladığımız, doğanın bize hediyesi olan tuzlar. Çankırı Tuz Mağarası yaklaşık 5000 yıldır yararlanıldığı tahmin edilen Türkiye'nin en büyük kaya tuzu rezervlerinin bulunduğu bir yer. Buradaki kaya tuzu yataklarının Hititler zamanından beri kullanıldığı tahmin ediliyor.
Doğal yaşayan topluluklar günlük ne kadar tuz tüketiyorlar?
Yeni Gine yaylalarında doğal şekilde beslenen yerlilerin (ki hiç ilave tuz kullanmıyorlar) yiyeceklerle aldıkları tuz 0.5 gram ve sağlıkları oldukça iyi. Ve kalp-damar hastalıkları sıfıra yakın. Ortalama taş devri insanının ortalama tükettiği miktar ise 1-1.5 gram kadar. Ama daha fazla tuz tüketen doğal topluluklar da var; Tibet’teki Fala Nomadlar gibi. Bu insanların ana menüleri süt, peynir, antilop, yak ve tereyağı. Nerdeyse hiç meyve ve sebze yemiyorlar, ama çok bol tuz tüketiyorlar (Himalaya tuzu). Tuzun kendilerini sağlıklı yaptığına inanıyorlar. Nitekim bu Tibet kabile bireylerinin kan basıncı değerleri, bizimkilerden çok daha düşük ve çok uzun yaşıyorlar (10).
Gördüğünüz gibi doğal yaşayan topluluklarda tuz tüketimi ırklara, tuz kaynaklarına yakın-uzak olmaya ve RAA sisteminin aktif olup olmamasına göre değişiyor. Türkiye’de ise kişi başına 18 gram, ABD’de 10 gram kadar günlük tuz tüketildiğinin saptanmış. Bu ise çok yüksek bir miktar. Çünkü böbreklerimizin günlük tuz süzme kapasitesi cinsiyete, yaşa ve kişinin yapısal özelliklerine göre 5 gr ile 7 gr arasında. Fazla su tüketenlerde ve kristalize tuz tüketenlerde kapasite daha yüksek olabiliyor.
Birçok kişi maalesef sofraya oturuyor ve daha yemeğin tadına bakmadan tuz katıyor. Yeteri kadar da su içmiyorsa ciddi sorunlar olabiliyor; hele de rafine tuz alıyorsa. Bu nedenle tüketilen tuz miktarının düşürülmesi öneriliyor.
ABD’de FDA’nın tuz için önerisi ise günde 2.4 gramın (2.5 silme çay kaşığı kadar; tepeleme değil) aşılmaması. Amerikan Kalp Topluluğunun sınırı ise 1.5 gram. Ama maalesef her iki kuruluş da tuzun rafine edilmiş olup olmamasından hiç bahsetmiyor.  
Otoriteler 100 gram yiyecek içinde 500mg’dan fazla sodyum olmaması gerektiğini söylüyorlar. Ama salam ve sosis gibi işlenmiş et ürünlerinin 100 gramında 800mg kadar tuz var!
Benim tuz tüketimi hakkındaki fikrim şöyle. Eğer rafine tuz tüketiyorsanız, günlük miktarı 1500-2000mg’a kadar kısıtlamanız uygun olur. Ama sağlığınız iyi ise, rafine edilmemiş tuz tüketimini 3000mg’a hata daha fazlasına kadar artırabilirsiniz. Bu arada günlük su tüketiminin 2 litreden daha az olmaması gerekiyor. Eğer fazla tuz almışsanız, tükettiğiniz su miktarını da artırın.
Konjestif kalp yetersizliği ve böbrek yetersizliği gibi su ve tuz atılımını zorlaştıran hastalıklarda ise tuz tüketiminin ayarlanması hekimin gözetimi altında yapılmalı. Bence hasta bir kişinin sodyum ihtiyacını belirleyecek en iyi yol kan sodyum düzeyleri izlemek, ki alt sınırı 136mEq/L, üst sınırı ise 145mEq/L. İdeali seviyeyi 140 civarı. Eğer değerleriniz 145’in üzerinde ise daha az tuz tüketmelisiniz. Sodyum değeri düşük ya da alt sınıra yakın olan hastalarda hipertansiyonu düşürmek için kan sodyum düzeylerini düşürmek çok tehlikeli.
Böbreküstü bezi yetersizliği ve kistik fibroz gibi tuz kaybettiren hastalıklarda ise olağandan daha fazla tuz tüketmek gerekiyor. Tuz kısıtlaması böbrekleri de tahrip edip hipertansiyona sebep olabiliyor. O nedenle çok dikkatli olmak lazım. Birçok yaşlı hastaya sıcak havalarda dışarı çıkmayın deniyor. Bu kişiler tuz kısıtlaması yapıyorlarsa bayılabiliyor ve kalp krizi geçirebiliyor.
Hocam ‘sole’ denilen bir tuzlu su varmış. Çok faydalı diyorlar, doğru mu?Su ve kristal tuz karışımına sole deniyor. Sole  Latincede güneş demek. Sole güneş ışığının sıvılaşmış halinden başka bir şey değil. Su tuzla birleştiğinde, tuzun pozitif iyonları suyun negatif iyonlarını sarıyor; suyun pozitif iyonları da tuzu negatif iyonlarını.
 Sonuçta iyonlar hidrolize oluyor. Bu süreç sırasında tuzun ve suyun geometrik yapısı değişiyor ve tamamen üç boyutlu yeni bir yapı oluşuyor. Elde edilen şey artık ne su, ne de tuz. Bu kristal yapı doğanın rezonans frekansına ve vibrasyon patternine aynen sahip. Hastalık halinde insanın bu enerji ve vibrasyona ihtiyacı var. Sole vücudun iletkenliğini artırıyor, vücut pH’sını alkali tarafa çeviriyor ve ağır metallerin eliminasyonuna yardımcı oluyor.
Bu soleyi nasıl hazırlayabiliriz?
1 cam bardak ya da kap içine tuz kristallerini koyun. İçine su doldurun. 24 saat içinde tuzun eriyip erimediğine bakın. Eğer tuz erimediyse üzerine bir miktar daha su ekleyin. Eğer erimişse biraz kristal daha ekleyin. Sonunda belli bir sınıra gelince tuz artık doyacak ve artık erimeyecektir; işte bu %26 bir konsantrasyona denk geliyor. İşte sole dedikleri bu. Tuz artık aşırı doymuştur. Sole eriyiği azaldıkça üzerine tekrar kristal ve sukoyarak eksilen miktarı karşılamış olursunuz. Bu solüsyondan her sabah aç karnına 1 tatlı kaşığı alın ve bir bardak içme suyuyla inceltin ve içilir hale getirin. Gün boyunca 8-10 bardak su içmeyi de ihmal etmemek gerekiyor. Bu karışım çok yüksek dezenfektan etkisi olduğundan oda sıcaklığında bozulmadan uzun süre saklanabiliyor.
Sole ile cilt temizliği de yapılıyormuş.
Evet yapılıyor. Eğer daha pürüzsüz bir cilde kavuşmak isterseniz 50 mL (yarım çay bardağı) konsantre bir haldeki soleyi 1 lt. suda çözün. Pamuk tampona çözeltiyi emdirerek süzün ve yüzünüze koyun. Kurumaya bıraktıktan sonra duru suyla yüzünüzü yıkayın. Sırt ve dekolte bölgeleri için pamuklu bir beyaz gömleği bastırıp sıkın. Nemli bir şekilde giyinin, sonra kurumasını bekleyin. Kuruduktan sonra duru suyla bir duş yapın. Bu yöntem kaşıntılara ve böcek ya da sinek ısırıklarına da iyi geliyor. 
Tuzun insan sağlığında başka kullanım alanları var mı?
Var tabii. Mesela tuzlu banyo suyu. Bir küvet su içinde 0.5-1 kg kristal tuzu eritiyor ve ortalama sıcaklığı ortalama vücut sıcaklığına getiriyor ve bu suyun içinde en az 20 dakika yatıyorsunuz (11). Daha sonra duş alarak durulanmadan sadece havlu ile kurulanıyorsunuz. Bu suyun detoksife edici, nemlendirici, kaşıntıyı azaltıcı, yorgunluğu alıcı ve sakinleştirici bir etkisi var. Tıpkı deniz suyu gibi.
%1’lik tuz eriyiği: 1 silme çay kaşığı (1 gram) tuz,  1 standard çay bardağı suyun (100mL) içinde eritiliyor. Bu derişim fizyolojik serumunkine yakın. Bu suyu burnunuza çekip burun ve sinüslerinizi yıkayabilirsiniz. Aynı işlemi tahriş olmuş gözlerinize de uygulayabilirsiniz. Zaten eczanelerde satılan deniz suyu da bu hazırladığınız suyun aynısıdır. Üstelik çok daha ucuzdur. Bu eriyik ile gargara yaptığınızda boğaz ağrınızı azaltabilirsiniz
Bir de tuz lambaları var. Onlar süs olmak dışında ne işe yararlar?
Tuz lambaları ve yararları kristal lambalar tuz kayasının benzersiz doğal biçimi ve kristal yapısını elde etmek için dikkatli bir şekilde elle oyulurlar. Kristal tuz lambalarımız eksi iyonlar üreterek havanın kalitesini arttırırlar (12).
Tuzun titreşim frekansı aynı bizim bedenimizin frekansı gibi. Örneğin bizim beynimizin elektriğini ölçtüğümüzde 8 Hertz civarındadır, aynı frekansı kristal tuz lambaları da veriyor.
Televizyon seyrederken 100 – 160 Hrtz. civarında frekanslara maruz kalıyorsunuz. Bu yüzden uzun süre televizyon seyrettiğimizde sinirli olmamız kaçınılmaz. Bedeniniz televizyon ve bilgisayarla doğal elektriğinin 20 misli frekansa maruz kalıyor. Bunların yaptığı tahribatı tuz lambaları ile azaltmak mümkün.
Artık bugün sadece tuz kristalin yapısından dolayı radyasyonu nötralize etmek mümkün olduğunu biliyoruz.  Örnek verirsek; atom çöpü olan radyasyon artıkları tuz depolarında saklanıyor.
Bu da tuz'un sırrı, bu sır da onun geometrik şeklinde saklı
Kaya tuzu doğal iyonlaştırıcıdır, bu yüzden lambaları eksi iyonlar (hava vitaminleri) üreterek etkili bir şekilde havanın kalitesini arttırmasıyla bilinirler.Ayrıca bu lambaların kullanımı günümüz ürün ve cihazlarının elektrik yüklü sisinden oluşan artı iyonların zararlı etkilerini de azaltır. Tıbbi bir cihaz olmamasına rağmen kristal tuz lambaları yorgunluğu, stresi, astım nöbetlerini, alerjileri, baş ağrılarını, cilt rahatsızlıklarını, havadaki nemi ve kokuyu hafifletmekle bilinirler ve rahat uyku ortamı yaratırlar.Bu lambaların birçok çeşidi tansiyonu,ruhsal ve psikolojik sorunları olan hasta lara yardımcı olurlar.
Eksi iyonlar havayı şu unsurlardan temizler: Toz, polen (çim,yabani ot ve ağaç poleni), toz zerrecikleri, hayvan tüyleri, küflü sporlar, saman nezlesi, astım, hava arındırıcısı ve ferahlatıcısı, koku azaltıcı, duman, depresyon, kronik yorgunluk.
Lambaların serin oldukları zaman bile yararlı etkileri var ama yandıklarında ürettikleri az miktardaki ısı daha fazla miktarda iyonu içine çeker. Piyasadaki birçok iyonlaştırıcı insan yapımı makineler iken, kristal tuz lambaları hava kalitesini arttırmak için doğa tarafından oluşturulmuş güzel, daha az masraflı, bakım gerektirmeyen bir alternatiftir.
SU VE TUZ
İnsan vücudunun yaklaşık olarak dörtte üçü su, dörtte biri tuzdan ibarettir. Vücudumuzun su ve tuz dengesi, aynen doğadaki su ve tuz dengesi gibidir. Yaşamımızın ve düşüncelerimizin kaynağı su ve tuzdur. Yaklaşık olarak 40.000 farklı ''hastalık ''var. Bu ''hastalık''ların bastırılmasında 58.000 farklı ilaç kullanılıyor. Bu 40.000 farklı ''hastalıkla'' uğraşan 1.200 farklı tıp alanı var. ''Hastalık'' kelimesi aslında ENERJİMİZDEKİ açıklık ve eksikliktir. Eğer kendimizdeki enerji eksikliğinin sebeplerine inersek; semptomlar(belirtiler -arazlar )kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Semptomları alopatik ilaçlarla tedavi etmeye çalışırsak; ''hastalığı'' bastırmış ve bloke etmiş oluruz. (P.Ferreira/ Wasser and Salt )
Bunu şuna benzetebiliriz: Arabanızla seyir halindeyken yağ lambasının kırmızı yandığını gördünüz. Sakızınızla lambanın üzerini kapatıp yola devam ettiniz. Bir süre sonra motor saracak ve bütün arabayı bozacaktır. Artık arabayı yürütemezsiniz. Bedenimizdeki ''hastalık''ları da bu şekilde görmeliyiz. Son yıllarda ''hastalıklar'' bedenlerimizi çok fazla oranda esir alarak erken ölümleri arttırmaya başladı. Bunun iki temel nedeni var: ENDÜSTRİLEŞTİK ve KİMYASALLAŞTIK.
Bizler kalite yerine sadece miktarla uğraşıyoruz. Bundan dolayı yaşamsal gıdalarımızdaki CANLILIĞA dikkat etmeyi unutuyoruz. Örneğin; yeni bir yavru dünyaya getirmiş olan ineğin sütünü ele alalım. Bu sütü dayanıklı olsun diye pastörize edelim. Pastörize ettikten sonra biyokimyagerlere inceletelim. Pastörize işlemiyle hiçbir şey kaybetmediğimizi saptarız. İçinde aynı miktarda calsiyum ve albümin olduğunu görürüz. Pastörize işleminden iki saat sonra bunu yavruya içirelim. Eğer yavru bu sütü içerse 21 gün içinde ölmüş olacaktır. Peki bu nasıl olur? Kimyasal- analitik olarak her şey içinde, hiçbir şey değişmedi. Peki değişen ne? Sütü pastörize ederek canlılığını aldık. Sütteki molekül yapısını bozduk, sütün geometrisini bozduk. Maddesel olarak baktığımızda sütte hiçbir şey eksik olmasada, bizim için ''YAŞAMSAL GIDA'' dediğimiz ayrıcı özellik eksiktir. Artık ''o'' yaşamsal gıda değildir. Demekki; ne kadar yaşamsal gıda aldığımızı kendimize sormamız gerekir. Aldığımız miktara değil, kaliteye dikkat edersek, organizmanın ne kadar az gıdaya ihtiyacı olduğunu saptamış oluruz.
1970'li yılların sonlarında İNGİLTERE 'de mikrodalga ile ilgili olarak birtakım deney- testler yapılıyor. Ev kedileriyle ilgili araştırma- deneylerle tanınmış Oxford 'da 8000 kedi kapalı, güneş görmeyen bir ortama alınıyor. Her gün yedikleri katı yiyecekler ve içtikleri su mikrodalgadan geçirilerek kedilere veriliyor. 2-3 hafta sonra kedilerin doğallıklarını kaybettikleri saptanıyor. 4-5 hafta sonra 8000 kedinin 8000'i de ölüyor. Her gün artan miktarda yiyecek almalarına rağmen hepsi açlıktan ölüyor. Neden? Nedeni çok basit: Mikrodalgadan geçirilen gıdaların içindeki mineral ve vitaminlerin geometrik yapısı bozuluyor, molekül yapısı bozuluyor. ''YAŞAMSAL GIDA' dediğimiz ''canlılık' ölüyor. ''YAŞAMSAL GIDA'' daki enerji ölüyor. Her gün daha fazla yemelerine rağmen açlıktan ölüyorlar. Çünkü ; ENERJİ; bir taraftan enformasyon (bilgi), diğer taraftan canlılıktır.
Okul yıllarımızda kalbimizin en önemli organımız olduğunu öğrenmiştik. 7 gün 24 saat ve bir yaşam boyu aşağı yukarı hiç durmadan kan pompalar. Biz kalbimizin kendi motoruyla çalışan bir POMPA olduğunu biliyorduk. Aslında kalbimiz bir pompa değildir. Çünkü; kendi içinde; o pompayı çalıştıran bir motoru yok. İyi gözlendiğinde kalbimizin bir pompa değil bir TRİBÜN olduğunu kolayca anlayabiliriz. Bu tribün bedenimizdeki canlı bir güç tarafından çalıştırılır. Bu canlı güç ise sadece sudur. Her hücre suyunda kendi hareketi saklıdır. Bu tribün bir ritm sağlar, kalp atışını sağlar. Bu kalp atışları beyin akımımızın bağımlı olduğu elektriği üretir. Su, canlıdır, bir kimliği vardır ve kim olduğunu hatırlar ve tanır. Bundan dolayı su bir bilgi taşıyıcısıdır. Bir su molekülünü alın, normal koşullarda dondurun ve tekrar eritin. Kanarları ve kutuplarıyla tekrar eski aynı şeklini alır. Kim olduğunu hatırlar ve eski haline döner. Japon bilim adamı Masaru Emoto: suyun yapısını kelimelerle değiştirebileceğimizi 10.000 tane deney yaparak ve fotoğraflayarak ispat etmiştir. Burada kelimelerin gücünü düşünün. Her kelime önceden düşünülmüş. İşte bu kelimeler elektriktir, dalga boylarıdır. Kelimelerinizle herhangi birine aşırı derecede canlılıkta verebilirsiniz, uyuyamayacak kadar korkuda. Masaru Emoto sıvı nötr suyu alıp kelimelerle yani bilgiyle yükleyerek -4 derecede dondurmuş ve elektron mikroskobuyla fotoğraflarını çekmiştir.
Gıdalarımıza ne kadar dikkat edersek edelim. Çevremizdeki herhangi bir arkadaşımızın- tanıdığımızın bize yüklediği negatiflik, vücut kimyamızı bozar ve bizi hasta eder. Hemen o negatif dalga boylarından uzaklaşmalıyız. Çünkü; vücudumuz kendini mükemmel bir şekilde yeniler. Bedenimiz aynen bir araba aküsü gibidir, ancak şarj edilmelidir. Dünyada hiçbir doktor, mevcut olan 58.000 ilaçla bizi tedavi edemez. Bizi kim tedavi eder biliyor musunuz? KENDİMİZ. Bundan dolayı 'bağışıklık sistemi' dediğimiz kelime yanlıştır. Bizim bağışıklık sistemimiz yoktur, ENTEGRASYON SİSTEMİMİZ vardır. Gerekli enerjiye sahip olduğumuz sürece bedenimiz zararlı maddelerle gerektiği gibi başa çıkar.
Bedenimizin % 70 'i sudan oluşur, bu bizim için çok önemlidir. Suyun kalitesine dikkat ettiğimiz gibi miktarına da dikkat etmeliyiz. Çünkü çok az su içiyoruz. Günde ortalama 2-2.5 litre su içmeliyiz. Bir çok insan çay, kahve, limonata, kola gibi içecekleri tüketerek su ihtiyacını karşıladığını düşünüyor. Bu kesinlikle yanlıştır. Bu içecekler vücut suyunu çalıp vücuttan dışarı attıkları gibi ayrıca vücudu kandırıp susuzda bırakırlar. Su en mükemmel çözeltidir. Vücudunuzdaki bütün zararlı maddeleri çözer , kendine bağlar ve vücut dışına atılmalarını sağlar. Eğer böyle olmasaydı çamaşırlarımızı çayla, kahveyle yıkardık. Su vücudumuzda canlılık titreşimleri-rezonanslar oluşturarak birçok hastalıkları, Alzheimer rahatsızlığına kadar ve beynimizin kıvrımlarına yerleşmiş ola hafif ve ağır metal tortularını söker atar. 
Su; bütün canlılar için yaşamsal bir öneme sahiptir. Bir çiçeğe üç gün su vermeyince boynunu büker, beşinci gün solar, yedinci gün ölür. Bitkiler suyu gökten bekler, hayvanlar suyun olduğu yere gider. İnsanlar ise suyu bulundukları yere götürürler. Götürüler ama içmek dışında suyla her şey yaparlar. Gelişen bilimsel araştırmalar; insanın günlük 2-2,5 litre suya ihtiyacı olduğunu tespit etmiştir. İnsanın, özellikle beynimizin ve sinir sistemimizin en temel enerji kaynağı sudur. Suyun vücuttaki önemi sadece enerji üretimi değildir. Hücrelerdeki madde değişimi sonucu ortaya çıkan toksinleri dışarı atarak vücudun asit ve baz dengesini dengede tutar.
İnsan vücudu yirmi yaşından itibaren sürekli su kaybeder. Bu duruma yaşlanma denilmektedir ve sebebi henüz bilinememektedir. İnsan günlük tüketmesi gereken su miktarını içmediği zaman vücutta kuruma başlıyor ve yaşlanma hızlanıyor. Hızlı yaşlanma ise; ölüme giden yolu kısaltmak demektir. Vücutta uzun süreli su kıtlığı yaşandığı zaman yüksek tansiyondan kansere kadar bir yığın sağlık sorunu ortaya çıkıyor. Sadece susadıkça su içmek, vücudun ihtiyacı olan suyu karşılamaya yetmez. Çünkü; insan vücudunun günlük su ihtiyacı kilo başına yaklaşık 30 ml. dir. Günlük ihtiyacımız olan 2-2.5 litre suyu almadığımız -içmediğimiz zaman; vücut enerji açığını katı yiyeceklerden üretir.
Bununda 3 önemli sakıncası vardır:
Birincisi; bu yiyeceklerin hidrolize edilebilmesi için suya ihtiyaç vardır.
İkincisi; bu üretilen enerjinin ancak % 20'si beyine ulaşabilmektedir. Geriye kalanı vücutta yağ olarak depolanmaktadır.
Üçüncü ve en önemli problem ise; katı yiyeceklerden enerji üretimi sırasıda ortaya çıkan toksinlerin dışarı atılamamasıdır. Bu zehirli maddelerin dışarı atılması gerekir. Dışarı atılmadığı zaman vücudun aşırı asitleşmesi sonucu ortaya çıkar. Bu zehirli maddeler ancak suyla dışarı atılabilir.
(DR.F.BATMANGHELİDJ) 
VÜCUDUNUZ SİZDEN SU VE TUZ İSTİYOR