SOLE KRİSTAL TUZU'NUN SİHİRLİ GÜCÜ
Prof. Dr. AHMET AYDIN
Son yıllarda medya ve basın organlarında “tuz”a karşı büyük bir savaş
var. Tuz her yerde kötüleniyor ve uzmanlar sofradan tuzu kaldırın diyor.
Amerika’da bazı lokantalar masalara tuzluk koymamaya başlamış. Sağlık Bakanlığı
ve sivil sağlık kuruluşları az tuz tüketilsin diye yaygın bir şekilde
uyarılarda bulunuyorlar. Aykırı fikirleri ortaya koyan biri olarak bu sizin
konu hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek isterim. Bu öneriler ne kadar doğru?
Tuz hakikatten bu kadar kötü
mü?
Evet, fazla tuz tüketmek bazı insanlarda yüksek tansiyona
neden olarak böbrek ve kalp hastalıklarına, felçlere yol açabiliyor. Ama bu tuz
kısıtlaması konusu fazla abartılıyor ve nerdeyse açık bir tuz düşmanlığı
yapılıyor. Bu durum beni çok tedirgin ediyor. Çünkü bu önerilere körü körüne
uymak faydadan çok zarar getirebiliyor.
Bir kere önce şunu söyleyeyim. Tuz kalitesine miktarına
dikkat edilmek şartı ile düşmanımız değil tam tersine kadim dostumuz. Tuz
hayatın vazgeçilmez unsuru, çünkü onsuz hayat mümkün değil. Dünyanın dörtte üçü
denizlerle kaplı. Biliyorsunuz deniz suyu tuzlu. İnsan vücudunun da üçte ikisi
su ve tuz. Suyun damarlarımızda ve hücrelerimizde durabilmesi tuz olmadan
olmuyor. Tuz ayrıca sinirlerimizin iletisini sağlıyor, kaslarımızı kasıyor,
çeşitli besin maddelerinin hücre içine girmesini sağlıyor. Tuz olmadan hiçbir
şey düşünemiyor ve hareket edemiyorsunuz.
Tuz’un tarihini araştırdığımızda geçmişte çeşitli
topluluklar arasında tuz savaşları yapıldığını öğreniyoruz. Büyük uygarlıklar
tuz üretimini kontrol ederek yükselmiş, tuz ticareti sayesinde zenginleşmiş
gelişmiş (1).
Dikkat ederseniz eski
yerleşim yerlerinin birçoğu tuz ocaklarına yakın.
Romalılar maaşları (salary) tuz (sal) ile öderlermiş. Hatta
tuz o kadar kıymete binermiş ki Avrupalı ve Afrikalı kaşifler bir fincan tuz
almak için 1 fincan altın tozu verirlermiş. Yani tuz kıt bulunduğu yörelerde
altın kadar kıymetli imiş, hatta tuza beyaz altın diyorlarmış.
O halde otoriteler niçin tuzu kısıtlamamızı söylüyorlar?
Birçok hekim hipertansiyonun tedavisi ve önlenmesinde hasta
olsun olmasın her kese tuzu azaltılmış bir diyet öneriyor. İlk bakışta tansiyon
hastalarına tuz kısıtlaması yapmak çok doğruymuş gibi gözüküyor. Çünkü
kanımızda dolaşan tuz miktarı artarsa, bu fazla tuz hücre içindeki suyu
kendi tarafına çeker. Damar içindeki sıvı miktarı artar, bu da kan basıncını
artırır. Ama gerçek bu kadar basit değil. Tuz tansiyonu yükseltir’ söylemi
fazlaca düz bir mantığa dayalı. Tuza duyarlı genetik özelliklere sahip bazı
etnik gruplar dışında tuz kısıtlamasından tansiyon açısından fayda görenlerin oranı
düşük; duyarlı grubun Dünyadaki oranı ise yüzde 30’u geçmiyor.
Bazı insanlar tuza duyarlı iken, çoğunlukta bu duyarlılık
yok demek istediniz anladığım kadarı ile; bu farklılığın belli bir nedeni var
mı?
Vücudumuzda su ve elektrolit dengesini ayarlayan hassas bir
hormonal sistem var, renin-anjiyotensin-aldosteron (RAA) sistemi diye.
Vücudumuz susuz ve tuzsuz kaldığında beyin hücrelerini susuz bırakmamak için
her türlü tedbire başvuruyor. Amaç beyine yeterli kanı göndermek. Bu durumda
eğer yeterli tuz ve sıvı almazsanız renin-anjiyotensin-aldosteron (RAA) sistemi
etkinleşiyor. Bu durumda kas, deri ve eklem gibi önceliği olmayan dokuların
damarlarını büzüştürüyor. Bu dokular susuz kalıyor; deyim yerinde ise
buruşuyor. Böylece hayati beyin gibi organlara daha fazla kan gidiyor. Su
ve tuzu fazla aldığımız zaman ise RAA sistemi faaliyetini durduruyor.
Şimdi köle ticaretinin dorukta olduğu yüzyılları düşünün. O
zamanki Afrikalıların bir bölümü (özellikle Büyük Sahra, Kuzey Afrika) tuz
ocaklarının yakınında yaşadıkları için yeterli sodyum almakta idiler bu nedenle
RAA sistemleri aşırı aktif değildi. Orta ve Güney Afrika’nın iç kısımlarında
yaşayan daha ilkel şartlarda tuz ocaklarına uzak yaşayanlar ise sadece
yiyeceklerde bulunan sodyumu tüketirler, bulamadıkları için ilave tuz
alamazlarmış. İşte bu insanlar çok az aldıkları sodyumun böbrekten atılmasını
iyice azaltmak için RAA sistemlerini aktif halde tutacak genetik yatkınlığa
sahip olmuşlar.
16. yüzyılın başından 19 yüzyılın sonuna kadar çok sayıda
Afrikalı esir olarak Amerika’ya ve başka kıtalara götürülmeye başlanmış
(bunların çoğu Afrikanın Güney ve Orta kısmından alınmış) . Esirlerin haftalar
süren yolculuklarda gemi ambarlarında sıcağa maruz kalmaları, tuz kaybına yol
açmış. Bu nedenle esirlerin bir bölümü tuz kaybına bağlı susuzluktan ölmüşler.
RAA sistemleri aktif olanlar, tuz kaybından daha az etkilenmiş ve daha az
ölmüşler ve böylece Amerika kıtasına gelmişler. Yani tuz tutma özellikleri
fazla olanların (yani bulundukları doğal yaşama ortamında fazla tuz alma imkanı
olmayanlar) yaşama şansı artmış.
Bu kıtaya ulaşan tuza duyarlı Afrikalılar daha farklı bir
beslenme düzenine geçmek zorunda kalmışlar. Çünkü beyaz adamların diyetlerinde sodyum
daha yüksek ve potasyum daha düşükmüş. Tuza duyarlı bu kara derili grup
insanlarda, aynı diyeti alan beyazlardan daha çok hipertansiyon olduğu
saptanmış(2).
Özetle söyleyecek olursak insanların yaklaşık %30’u tuza
duyarlı ve bu insanlarda böbrekten salgılanan renin adlı hormon düşük. Bu
hastalarda tuz kısıtlaması hastaların hipertansiyonunun düzelmesine yardımcı
oluyor. Fakat insanların %70i ise tuza duyarlı değil ve renin seviyeleri
yüksek. Bu kişilerde tuzu kısıtlamak zaten yüksek olan renini artırarak kan
basıncını da artırıyor.
Tuza duyarlı olup
olmadığımızı nasıl anlarız?
Maalesef tuza duyarlı ve duyarsız kişileri ayıran hassas bir
test yok. Siyahilerde, yaşlılarda ve obezlerde tuza duyarlı olanlar daha yüksek
oranda. Bence bütün hipertansiyonlulara hiçbir ilaç vermeden çok aşırı olmamak
koşulu ile tuz kısıtlaması yapmak, iki hafta içinde tansiyonda beklenen düşme
olmuyorsa, o kişi tuz duyarlı değildir ve bu diyette ısrar etmemek lazım.
Tuza duyarlı olmayan o büyük
gruptaki insanlar tuz kısıtlaması yaparlarsa ne gibi zararlara uğrarlar?
Şimdi söylediklerime çok şaşacaksınız. Bir araştırmada
tuz kısıtlaması yapılan hipertansiyonlu hastaların, yapılmayanlara oranla daha
fazla enfarktüs geçirdiklerini gösterilmiş (3). Başka bir araştırmada da az tuz
tüketenlerde ölüm oranları daha yüksek bulunmuş(4). Ama nedense tıp dünyası bu
tarz çalışmaları görmezden geliyor!
Az tuz almak kemik kırıklarını ve kemik erimesini de
artırıyor. Mesela bir araştırmada 364 kırıklı yaşlı hastanın (65 yaştan büyük)
ve aynı sayıda kırıksız hastanın serum soydun seviyelerine bakılmış (5).
Kırıksızlarda %4.1’inde kan soydun değerleri düşük bulunurken kırıklılarda bu
oran iki kattan daha fazla imiş (%9.1).
Araştırıcılar tuz tadı ve motivasyon ve duygulanım ile
ilgili süreçlerin limbik önbeyinde iç içe girdiğini göstermişler(6). Bu nedenle
tuz dengesindeki değişiklikler mizaç ve davranış bozukluklarına yol açabiliyor.
Bir araştırmada tuzu kısıtlanan farelerin daha önceleri zevk aldıkları
faaliyetleri yapmadıkları saptanmış. Biliyorsunuz hayattan zevk almamak
depresyonun en önemli özelliği. Yani tuzun antidepresan bir özelliği var.
Belki de bu yüzden bazı insanlar tuza çok düşkünler.
Tuz eksikliği iştahsızlık, konsantrasyon azlığı, dikkat
eksikliği, yorgunluk, baş ağrısı, uyku bozuklukları, tükenmişlik hissi, ağız
tadının bozulması ve susuzluk hissi gibi belirtilere de yol açıyor. Birçok
insanda bu belirtiler olabiliyor, ama bunlar nadiren tuz eksikliğine bağlanır.
Şimdi anladım tuzun azı da zarar, çoğu da zarar diyorsunuz
özetle.
Evet öyle, ortası karar. Fakat önemli bir problem var. İnsan
sağlığı ile ilgili birçok kanaat önderi genellikle tuzun fazla miktarda
alınmaması konusuna odaklanmışlar. Tuzun kalitesi, yani doğal olup olmaması
onları nedense fazla ilgilendirmiyor.
Bakkaldan, marketten aldığımız rafine tuzlar kalitesiz mi
yani? Biz yemeklerde rafine tuz kullanıyoruz. Ancak turşu kuracağımız ya da
salamura balık yapacağımız zaman kaya tuzunu kullanıyoruz, ucuz olduğu için.
Yoksa rafine tuzlarda bir sorun mu var? Var tabii.Peki hangi tuz daha kaliteli,
rafine tuz mu? Kaya tuzu mu? Bize bu tuzların özelliklerinden bahsetseniz
Olur bahsedeyim. Dünyadaki tuz üretiminin %93-94'ü direkt
olarak endüstriye gidiyor. Tuzsuz ne plastik, soda, yumuşatıcılar, deterjanlar,
cilalar, ne de yağlar üretilebiliyor. Kimyasal ayrıştırma işlemleri için ise
sadece NaCl gerekli. Çünkü doğal tuz kristalinin içerdiği diğer elementlerin
tümü üretimde sıkıntılara sebep oluyor (7). Bu elementler rafinasyon sırasında
ayıklanıyor ve geriye sadece NaCl kalıyor. Bu işlemler için ayrıştırılan
tuz'dan endüstride kullanılmayan %6'lık kısım da gıda sektörüne aktarılıyor. Üstelik
rafinasyon işlemleri sırasında birçok toksik madde tükettiğimiz tuza karışıyor.
Başka bir sorun da tuzun elde edildiği yerin temizliği. Örneğin Türkiye'nin
büyük oranda tuzunu karşılayan Tuz Gölü maalesef kanalizasyonlar ve kirletici
sularla kirlenmiş vaziyette.
Rafine tuzlar ile doğal tuzlar arasında çok büyük farklar
var. Rafine tuzun %97.5’i sodyum klorür; geri kalan %2.5’inde iyot ve nem
soğurucu kimyasallar var. Başlıca nem soğurucular kalsiyum karbonat, magnezyum
karbonat ve Alzheimer hastalığına da yol açtığı söylenen alüminyum hidroksit.
Bu kimyasallar tuzun serpilmesini kolaylaştırıyorlar, yani akıcılığını
artırıyorlar.
Bu tuz rafinasyon işlemi sırasında 650oC sıcaklığa maruz
kalıyor ve bu sıcaklık tuzun kimyasal yapısını bozuyor. Rafine tuz birbirinden
ayrılmış kristallerden oluşuyor. Bu nedenle metabolize olması için vücudunuzun
çok enerji harcaması gerekiyor. Aşırı rafine tuz aldığınızda su molekülleri
sodyum klorür molekülünün etrafını sarıyor ve vücudunuz bunu nötralize etmeden
hemen sodyum ve klorüre ayrıştırıyor. Bu işin oluşması için hücre içinden su
çekilir ve hücreleriniz buruşuyor, bu arada tansiyonunuz da yükseliyor. Her 1 gram fazla sodyum için
hücrelerden 23 gram
su çekiliyor. Bu durum tansiyonumuzu yükseltirken hücrelerimizi de susuzluktan
kurutuyor. Bilimsel açıdan doğal tuz kristalinin kendine has bir yapısı var.
Diğer tüm kristal yapıların tersine, tuzun atomik yapısı moleküler değil,
elektriksel ve tuzu değişken yapan faktör de bu (8)
Doğal tuzda, rafine tuzda
olmayan ne gibi mineraller var?
Doğal tuzun %84’ü sodyum klorür; geri kalan %16’lık bölümünü
lityum, fosfor, selenyum, magnezyum, kalsiyum, vanadyum gibi doğal mineraller
oluşturuyor. Doğada bulunan 94 elementten soy gazlar hariç tüm elementler
(84 element) doğal tuz kristalinde mevcut. İnsan bedeni de tuz gibi 84
elementten oluşmakta. Yani doğal tuz mineral ihtiyaçlarımızın tamamını
sağlıyor! İşin kötü yanı doğal tuz dışında bazı doğal mineralleri alacağımız
doğru dürüst bir kaynak yok. Bu mineraller kaynak suyu ve maden sularında
da bulunuyorlar ve sağlığımız için çok önemli. Sadece bir örnek vermek
istiyorum ABD’de Texas’ta lityumdan fakir suların içildiği bölgelerde cinayet,
hırsızlık, soygunculuk, tecavüz ve intihar olgularının daha çok görüldüğü
saptanmış(9). İşte bu yüzden “doğal-işlenmemiş tuzlar” ile “rafine beyaz tuzun”
birbirine hiç benzemiyor.
Rafine tuz vücudumuzu neden
tahrip ediyor?
Vücut rafine tuzu saldırgan bir zehir olarak algıladığı için
tüketilen rafine tuzu kendini korumak amacıyla bir an önce atmak istiyor ve bu
nedenle de tüketilen aşırı miktarda rafine tuzun süzülmesi ve atılması başta
böbreklerimiz olmak üzere tüm boşaltım sistemi üzerinde önemli bir yük ve baskı
oluşturuyor. Bu durumda rafine tuz vücudumuzda aşırı su birikimlerine
(ödem) sebep oluyor ki kalp yetersizliğine yol açabiliyor. Kadınların en önemli
şikâyetlerinden biri olan selülitin temel sebeplerinden biri de yine bu.
Vücuttan atılamayan rafine tuz ise tekrar kristalleşerek
direkt olarak eklem ve kemiklerde depolanıyor ki bu artrit, gut gibi değişik
türdeki romatizmal hastalıklar ile safra kesesi ve böbrek taşı oluşumlarının
önemli sebeplerinden. Tekrar kristalleştirerek saklama çözümü orta ve uzun
vadede hastalıklara sebep oluyor ama, atılmasını gerçekleştiremediği aşırı
miktarda rafine tuzun kendisine vereceği akut zararı engellemek için vücudun
bulabildiği tek çözüm bu. Yani zararı zamana yayıyor.
Deniz tuzu da faydalı mı?
Aslında kaya tuzları da eski jeolojik devirlerde oluşan
deniz tuzlarıdır. O nedenle deniz tuzları kaya tuzlarının özelliklerine sahip,
ve onlar kadar faydalı; rafine edilmemişse tabii. Ama maalesef piyasada satılan
bu tuzların çok büyük bir bölümü rafine.
Ben de deniz tuzlarını doğal sanırdım. Peki bir tuzun rafine
olup olmadığını nasıl anlayacağız?
Çok kolay. Bir tuz çok rahat akıyorsa o rafinedir. Hangi
tuzu kullanıyorsanız kullanın önce tuzunuzu test edin, sonra karar verin. Yarım
çay bardağı üzüm sirkesi içine1 tatlı kaşığı tuz atın. 5-10 dakika kadar
bekleyin. Sirke yeni açılmış gazlı içecekler gibi aşağıdan yukarı doğru
köpürmeye başlıyor ve bir süre sonra bulanıklaşıyorsa o tuz doğal değildir.
İşlenmiş gıdalara neden tuz
konuyor?
Buzdolabının olmadığı devirlerde yiyecekleri kokuşmadan
saklamanın başlıca yolu tuzlama idi. Çünkü tuz kokuşma yapan bakterilerin
yaşamasına izin vermiyor. Günümüzde soğuk hava depoları ve kimyasal
koruyucularla bu ihtiyaç büyük ölçüde ortadan kalktı. Ama yine de paketlenmiş
gıdalara çok miktarda tuz konuluyor.
Neden?
Tuzun gıdaların raf ömrünü artırması dışında başka
özellikleri de var. Çünkü tuz olmazsa doğal yapısı değiştirilmiş o tatsız
yiyecekleri kimse yemez. Tuz bunlara tat katmanın en ucuz yolu. Tuz ayrıca iyi
bir stabilizatör. Paketlenmiş gıdaların içindeki unsurların bir arada
durmasını, dağılmamasını sağlıyor.
Raf ömrü artırılmış yiyeceklerin içinde sadece sodyum klorür
yok, başka sodyum bileşikleri de var; monosodyum glutamat, sodyum bikarbonat
(yemek sodası), sodyum nitrat ve sodyum sakkarin gibi. Bu durum farkında
olmadan tükettiğimiz tuzun aşırı miktarlara çıkmasına neden oluyor. İşin önemli
yanı bu sodyum bileşiklerinin tuz tadında olmaması. Böylece tuzlu bir şey yediğinizi
de anlamıyorsunuz. Ayrıca bu katkıların çoğu sağlığımız için sakıncalı.
Yani bilmeden çok miktarda sodyum alıyoruz, o halde?
Tamamen öyle.
Ülkemiz doğal tuz kaynakları
bakımından zengin mi?
Evet oldukça zengin. Çankırı, Iğdır ve Kastamonu gibi illerimizde
tuz mağaraları bulunuyor ve buralardan çıkan kristal kaya tuzları doğal tuz
olarak tanımladığımız, doğanın bize hediyesi olan tuzlar. Çankırı Tuz Mağarası
yaklaşık 5000 yıldır yararlanıldığı tahmin edilen Türkiye'nin en büyük kaya
tuzu rezervlerinin bulunduğu bir yer. Buradaki kaya tuzu yataklarının Hititler
zamanından beri kullanıldığı tahmin ediliyor.
Doğal yaşayan topluluklar günlük ne kadar tuz tüketiyorlar?
Yeni Gine yaylalarında doğal şekilde beslenen yerlilerin (ki
hiç ilave tuz kullanmıyorlar) yiyeceklerle aldıkları tuz 0.5 gram ve sağlıkları
oldukça iyi. Ve kalp-damar hastalıkları sıfıra yakın. Ortalama taş devri
insanının ortalama tükettiği miktar ise 1-1.5 gram kadar. Ama daha
fazla tuz tüketen doğal topluluklar da var; Tibet’teki Fala Nomadlar gibi. Bu
insanların ana menüleri süt, peynir, antilop, yak ve tereyağı. Nerdeyse hiç
meyve ve sebze yemiyorlar, ama çok bol tuz tüketiyorlar (Himalaya tuzu). Tuzun
kendilerini sağlıklı yaptığına inanıyorlar. Nitekim bu Tibet kabile
bireylerinin kan basıncı değerleri, bizimkilerden çok daha düşük ve çok uzun
yaşıyorlar (10).
Gördüğünüz gibi doğal yaşayan topluluklarda tuz tüketimi
ırklara, tuz kaynaklarına yakın-uzak olmaya ve RAA sisteminin aktif olup
olmamasına göre değişiyor. Türkiye’de ise kişi başına 18 gram , ABD’de 10 gram kadar günlük tuz
tüketildiğinin saptanmış. Bu ise çok yüksek bir miktar. Çünkü böbreklerimizin
günlük tuz süzme kapasitesi cinsiyete, yaşa ve kişinin yapısal özelliklerine
göre 5 gr ile 7 gr arasında. Fazla su tüketenlerde ve kristalize tuz
tüketenlerde kapasite daha yüksek olabiliyor.
Birçok kişi maalesef sofraya oturuyor ve daha yemeğin tadına
bakmadan tuz katıyor. Yeteri kadar da su içmiyorsa ciddi sorunlar olabiliyor;
hele de rafine tuz alıyorsa. Bu nedenle tüketilen tuz miktarının düşürülmesi
öneriliyor.
ABD’de FDA’nın tuz için önerisi ise günde 2.4 gramın (2.5
silme çay kaşığı kadar; tepeleme değil) aşılmaması. Amerikan Kalp Topluluğunun
sınırı ise 1.5 gram .
Ama maalesef her iki kuruluş da tuzun rafine edilmiş olup olmamasından hiç
bahsetmiyor.
Otoriteler 100
gram yiyecek içinde 500mg’dan fazla sodyum olmaması
gerektiğini söylüyorlar. Ama salam ve sosis gibi işlenmiş et ürünlerinin 100
gramında 800mg kadar tuz var!
Benim tuz tüketimi hakkındaki fikrim şöyle. Eğer rafine tuz
tüketiyorsanız, günlük miktarı 1500-2000mg’a kadar kısıtlamanız uygun olur. Ama
sağlığınız iyi ise, rafine edilmemiş tuz tüketimini 3000mg’a hata daha
fazlasına kadar artırabilirsiniz. Bu arada günlük su tüketiminin 2 litreden
daha az olmaması gerekiyor. Eğer fazla tuz almışsanız, tükettiğiniz su
miktarını da artırın.
Konjestif kalp yetersizliği ve böbrek yetersizliği gibi su
ve tuz atılımını zorlaştıran hastalıklarda ise tuz tüketiminin ayarlanması
hekimin gözetimi altında yapılmalı. Bence hasta bir kişinin sodyum ihtiyacını
belirleyecek en iyi yol kan sodyum düzeyleri izlemek, ki alt sınırı 136mEq/L,
üst sınırı ise 145mEq/L. İdeali seviyeyi 140 civarı. Eğer değerleriniz 145’in
üzerinde ise daha az tuz tüketmelisiniz. Sodyum değeri düşük ya da alt sınıra
yakın olan hastalarda hipertansiyonu düşürmek için kan sodyum düzeylerini
düşürmek çok tehlikeli.
Böbreküstü bezi yetersizliği ve kistik fibroz gibi tuz
kaybettiren hastalıklarda ise olağandan daha fazla tuz tüketmek gerekiyor. Tuz
kısıtlaması böbrekleri de tahrip edip hipertansiyona sebep olabiliyor. O
nedenle çok dikkatli olmak lazım. Birçok yaşlı hastaya sıcak havalarda dışarı
çıkmayın deniyor. Bu kişiler tuz kısıtlaması yapıyorlarsa bayılabiliyor ve kalp
krizi geçirebiliyor.
Hocam ‘sole’ denilen bir tuzlu su varmış. Çok faydalı
diyorlar, doğru mu?Su ve kristal tuz karışımına sole deniyor. Sole Latincede güneş demek. Sole güneş ışığının
sıvılaşmış halinden başka bir şey değil. Su tuzla birleştiğinde, tuzun pozitif
iyonları suyun negatif iyonlarını sarıyor; suyun pozitif iyonları da tuzu
negatif iyonlarını.
Sonuçta iyonlar
hidrolize oluyor. Bu süreç sırasında tuzun ve suyun geometrik yapısı değişiyor
ve tamamen üç boyutlu yeni bir yapı oluşuyor. Elde edilen şey artık ne su, ne
de tuz. Bu kristal yapı doğanın rezonans frekansına ve vibrasyon
patternine aynen sahip. Hastalık halinde insanın bu enerji ve vibrasyona
ihtiyacı var. Sole vücudun iletkenliğini artırıyor, vücut pH’sını alkali tarafa
çeviriyor ve ağır metallerin eliminasyonuna yardımcı oluyor.
Bu soleyi nasıl
hazırlayabiliriz?
1 cam bardak ya da kap içine tuz kristallerini koyun. İçine
su doldurun. 24 saat içinde tuzun eriyip erimediğine bakın. Eğer tuz erimediyse
üzerine bir miktar daha su ekleyin. Eğer erimişse biraz kristal daha ekleyin.
Sonunda belli bir sınıra gelince tuz artık doyacak ve artık erimeyecektir; işte
bu %26 bir konsantrasyona denk geliyor. İşte sole dedikleri bu. Tuz artık aşırı
doymuştur. Sole eriyiği azaldıkça üzerine tekrar kristal ve sukoyarak eksilen
miktarı karşılamış olursunuz. Bu solüsyondan her sabah aç karnına 1 tatlı
kaşığı alın ve bir bardak içme suyuyla inceltin ve içilir hale getirin. Gün
boyunca 8-10 bardak su içmeyi de ihmal etmemek gerekiyor. Bu karışım çok yüksek
dezenfektan etkisi olduğundan oda sıcaklığında bozulmadan uzun süre
saklanabiliyor.
Sole ile cilt temizliği de
yapılıyormuş.
Evet yapılıyor. Eğer daha pürüzsüz bir cilde kavuşmak
isterseniz 50 mL (yarım çay bardağı) konsantre bir haldeki soleyi 1 lt. suda
çözün. Pamuk tampona çözeltiyi emdirerek süzün ve yüzünüze koyun. Kurumaya
bıraktıktan sonra duru suyla yüzünüzü yıkayın. Sırt ve dekolte bölgeleri için
pamuklu bir beyaz gömleği bastırıp sıkın. Nemli bir şekilde giyinin, sonra
kurumasını bekleyin. Kuruduktan sonra duru suyla bir duş yapın. Bu yöntem
kaşıntılara ve böcek ya da sinek ısırıklarına da iyi geliyor.
Tuzun insan sağlığında başka
kullanım alanları var mı?
Var tabii. Mesela tuzlu banyo suyu. Bir küvet su içinde 0.5-1 kg kristal tuzu eritiyor ve
ortalama sıcaklığı ortalama vücut sıcaklığına getiriyor ve bu suyun içinde en
az 20 dakika yatıyorsunuz (11). Daha sonra duş alarak durulanmadan sadece havlu
ile kurulanıyorsunuz. Bu suyun detoksife edici, nemlendirici, kaşıntıyı
azaltıcı, yorgunluğu alıcı ve sakinleştirici bir etkisi var. Tıpkı deniz suyu
gibi.
%1’lik tuz eriyiği: 1 silme çay kaşığı (1 gram ) tuz, 1
standard çay bardağı suyun (100mL) içinde eritiliyor. Bu derişim fizyolojik
serumunkine yakın. Bu suyu burnunuza çekip burun ve sinüslerinizi
yıkayabilirsiniz. Aynı işlemi tahriş olmuş gözlerinize de uygulayabilirsiniz.
Zaten eczanelerde satılan deniz suyu da bu hazırladığınız suyun aynısıdır.
Üstelik çok daha ucuzdur. Bu eriyik ile gargara yaptığınızda boğaz ağrınızı
azaltabilirsiniz
Bir de tuz lambaları var.
Onlar süs olmak dışında ne işe yararlar?
Tuz lambaları ve yararları kristal lambalar tuz kayasının
benzersiz doğal biçimi ve kristal yapısını elde etmek için dikkatli bir şekilde
elle oyulurlar. Kristal tuz lambalarımız eksi iyonlar üreterek havanın
kalitesini arttırırlar (12).
Tuzun titreşim frekansı aynı bizim bedenimizin frekansı
gibi. Örneğin bizim beynimizin elektriğini ölçtüğümüzde 8 Hertz civarındadır,
aynı frekansı kristal tuz lambaları da veriyor.
Televizyon seyrederken 100 – 160 Hrtz. civarında frekanslara maruz kalıyorsunuz. Bu yüzden uzun süre televizyon seyrettiğimizde sinirli olmamız kaçınılmaz. Bedeniniz televizyon ve bilgisayarla doğal elektriğinin 20 misli frekansa maruz kalıyor. Bunların yaptığı tahribatı tuz lambaları ile azaltmak mümkün.
Artık bugün sadece tuz kristalin yapısından dolayı radyasyonu nötralize etmek mümkün olduğunu biliyoruz. Örnek verirsek; atom çöpü olan radyasyon artıkları tuz depolarında saklanıyor.
Televizyon seyrederken 100 – 160 Hrtz. civarında frekanslara maruz kalıyorsunuz. Bu yüzden uzun süre televizyon seyrettiğimizde sinirli olmamız kaçınılmaz. Bedeniniz televizyon ve bilgisayarla doğal elektriğinin 20 misli frekansa maruz kalıyor. Bunların yaptığı tahribatı tuz lambaları ile azaltmak mümkün.
Artık bugün sadece tuz kristalin yapısından dolayı radyasyonu nötralize etmek mümkün olduğunu biliyoruz. Örnek verirsek; atom çöpü olan radyasyon artıkları tuz depolarında saklanıyor.
Bu da tuz'un sırrı, bu sır da
onun geometrik şeklinde saklı
Kaya tuzu doğal iyonlaştırıcıdır, bu yüzden lambaları eksi
iyonlar (hava vitaminleri) üreterek etkili bir şekilde havanın kalitesini
arttırmasıyla bilinirler.Ayrıca bu lambaların kullanımı günümüz ürün ve
cihazlarının elektrik yüklü sisinden oluşan artı iyonların zararlı etkilerini
de azaltır. Tıbbi bir cihaz olmamasına rağmen kristal tuz lambaları yorgunluğu,
stresi, astım nöbetlerini, alerjileri, baş ağrılarını, cilt rahatsızlıklarını,
havadaki nemi ve kokuyu hafifletmekle bilinirler ve rahat uyku ortamı
yaratırlar.Bu lambaların birçok çeşidi tansiyonu,ruhsal ve psikolojik sorunları
olan hasta lara yardımcı olurlar.
Eksi iyonlar havayı şu unsurlardan temizler: Toz, polen
(çim,yabani ot ve ağaç poleni), toz zerrecikleri, hayvan tüyleri, küflü
sporlar, saman nezlesi, astım, hava arındırıcısı ve ferahlatıcısı, koku
azaltıcı, duman, depresyon, kronik yorgunluk.
Lambaların serin oldukları zaman bile yararlı etkileri var ama yandıklarında ürettikleri az miktardaki ısı daha fazla miktarda iyonu içine çeker. Piyasadaki birçok iyonlaştırıcı insan yapımı makineler iken, kristal tuz lambaları hava kalitesini arttırmak için doğa tarafından oluşturulmuş güzel, daha az masraflı, bakım gerektirmeyen bir alternatiftir.
Lambaların serin oldukları zaman bile yararlı etkileri var ama yandıklarında ürettikleri az miktardaki ısı daha fazla miktarda iyonu içine çeker. Piyasadaki birçok iyonlaştırıcı insan yapımı makineler iken, kristal tuz lambaları hava kalitesini arttırmak için doğa tarafından oluşturulmuş güzel, daha az masraflı, bakım gerektirmeyen bir alternatiftir.
SU VE TUZ
İnsan vücudunun yaklaşık olarak dörtte üçü su, dörtte biri
tuzdan ibarettir. Vücudumuzun su ve tuz dengesi, aynen doğadaki su ve tuz
dengesi gibidir. Yaşamımızın ve düşüncelerimizin kaynağı su ve tuzdur. Yaklaşık
olarak 40.000 farklı ''hastalık ''var. Bu ''hastalık''ların bastırılmasında
58.000 farklı ilaç kullanılıyor. Bu 40.000 farklı ''hastalıkla'' uğraşan 1.200
farklı tıp alanı var. ''Hastalık'' kelimesi aslında ENERJİMİZDEKİ açıklık ve
eksikliktir. Eğer kendimizdeki enerji eksikliğinin sebeplerine inersek;
semptomlar(belirtiler -arazlar )kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Semptomları
alopatik ilaçlarla tedavi etmeye çalışırsak; ''hastalığı'' bastırmış ve bloke
etmiş oluruz. (P.Ferreira/ Wasser and Salt )
Bunu şuna benzetebiliriz: Arabanızla seyir halindeyken yağ lambasının kırmızı yandığını gördünüz. Sakızınızla lambanın üzerini kapatıp yola devam ettiniz. Bir süre sonra motor saracak ve bütün arabayı bozacaktır. Artık arabayı yürütemezsiniz. Bedenimizdeki ''hastalık''ları da bu şekilde görmeliyiz. Son yıllarda ''hastalıklar'' bedenlerimizi çok fazla oranda esir alarak erken ölümleri arttırmaya başladı. Bunun iki temel nedeni var: ENDÜSTRİLEŞTİK ve KİMYASALLAŞTIK.
Bizler kalite yerine sadece miktarla uğraşıyoruz. Bundan dolayı yaşamsal gıdalarımızdaki CANLILIĞA dikkat etmeyi unutuyoruz. Örneğin; yeni bir yavru dünyaya getirmiş olan ineğin sütünü ele alalım. Bu sütü dayanıklı olsun diye pastörize edelim. Pastörize ettikten sonra biyokimyagerlere inceletelim. Pastörize işlemiyle hiçbir şey kaybetmediğimizi saptarız. İçinde aynı miktarda calsiyum ve albümin olduğunu görürüz. Pastörize işleminden iki saat sonra bunu yavruya içirelim. Eğer yavru bu sütü içerse 21 gün içinde ölmüş olacaktır. Peki bu nasıl olur? Kimyasal- analitik olarak her şey içinde, hiçbir şey değişmedi. Peki değişen ne? Sütü pastörize ederek canlılığını aldık. Sütteki molekül yapısını bozduk, sütün geometrisini bozduk. Maddesel olarak baktığımızda sütte hiçbir şey eksik olmasada, bizim için ''YAŞAMSAL GIDA'' dediğimiz ayrıcı özellik eksiktir. Artık ''o'' yaşamsal gıda değildir. Demekki; ne kadar yaşamsal gıda aldığımızı kendimize sormamız gerekir. Aldığımız miktara değil, kaliteye dikkat edersek, organizmanın ne kadar az gıdaya ihtiyacı olduğunu saptamış oluruz.
1970'li yılların sonlarında İNGİLTERE 'de mikrodalga ile ilgili olarak birtakım deney- testler yapılıyor. Ev kedileriyle ilgili araştırma- deneylerle tanınmış Oxford 'da 8000 kedi kapalı, güneş görmeyen bir ortama alınıyor. Her gün yedikleri katı yiyecekler ve içtikleri su mikrodalgadan geçirilerek kedilere veriliyor. 2-3 hafta sonra kedilerin doğallıklarını kaybettikleri saptanıyor. 4-5 hafta sonra 8000 kedinin 8000'i de ölüyor. Her gün artan miktarda yiyecek almalarına rağmen hepsi açlıktan ölüyor. Neden? Nedeni çok basit: Mikrodalgadan geçirilen gıdaların içindeki mineral ve vitaminlerin geometrik yapısı bozuluyor, molekül yapısı bozuluyor. ''YAŞAMSAL GIDA' dediğimiz ''canlılık' ölüyor. ''YAŞAMSAL GIDA'' daki enerji ölüyor. Her gün daha fazla yemelerine rağmen açlıktan ölüyorlar. Çünkü ; ENERJİ; bir taraftan enformasyon (bilgi), diğer taraftan canlılıktır.
Okul yıllarımızda kalbimizin en önemli organımız olduğunu öğrenmiştik. 7 gün 24 saat ve bir yaşam boyu aşağı yukarı hiç durmadan kan pompalar. Biz kalbimizin kendi motoruyla çalışan bir POMPA olduğunu biliyorduk. Aslında kalbimiz bir pompa değildir. Çünkü; kendi içinde; o pompayı çalıştıran bir motoru yok. İyi gözlendiğinde kalbimizin bir pompa değil bir TRİBÜN olduğunu kolayca anlayabiliriz. Bu tribün bedenimizdeki canlı bir güç tarafından çalıştırılır. Bu canlı güç ise sadece sudur. Her hücre suyunda kendi hareketi saklıdır. Bu tribün bir ritm sağlar, kalp atışını sağlar. Bu kalp atışları beyin akımımızın bağımlı olduğu elektriği üretir. Su, canlıdır, bir kimliği vardır ve kim olduğunu hatırlar ve tanır. Bundan dolayı su bir bilgi taşıyıcısıdır. Bir su molekülünü alın, normal koşullarda dondurun ve tekrar eritin. Kanarları ve kutuplarıyla tekrar eski aynı şeklini alır. Kim olduğunu hatırlar ve eski haline döner. Japon bilim adamı Masaru Emoto: suyun yapısını kelimelerle değiştirebileceğimizi 10.000 tane deney yaparak ve fotoğraflayarak ispat etmiştir. Burada kelimelerin gücünü düşünün. Her kelime önceden düşünülmüş. İşte bu kelimeler elektriktir, dalga boylarıdır. Kelimelerinizle herhangi birine aşırı derecede canlılıkta verebilirsiniz, uyuyamayacak kadar korkuda. Masaru Emoto sıvı nötr suyu alıp kelimelerle yani bilgiyle yükleyerek -4 derecede dondurmuş ve elektron mikroskobuyla fotoğraflarını çekmiştir.
Gıdalarımıza ne kadar dikkat edersek edelim. Çevremizdeki herhangi bir arkadaşımızın- tanıdığımızın bize yüklediği negatiflik, vücut kimyamızı bozar ve bizi hasta eder. Hemen o negatif dalga boylarından uzaklaşmalıyız. Çünkü; vücudumuz kendini mükemmel bir şekilde yeniler. Bedenimiz aynen bir araba aküsü gibidir, ancak şarj edilmelidir. Dünyada hiçbir doktor, mevcut olan 58.000 ilaçla bizi tedavi edemez. Bizi kim tedavi eder biliyor musunuz? KENDİMİZ. Bundan dolayı 'bağışıklık sistemi' dediğimiz kelime yanlıştır. Bizim bağışıklık sistemimiz yoktur, ENTEGRASYON SİSTEMİMİZ vardır. Gerekli enerjiye sahip olduğumuz sürece bedenimiz zararlı maddelerle gerektiği gibi başa çıkar.
Bedenimizin % 70 'i sudan oluşur, bu bizim için çok önemlidir. Suyun kalitesine dikkat ettiğimiz gibi miktarına da dikkat etmeliyiz. Çünkü çok az su içiyoruz. Günde ortalama 2-2.5 litre su içmeliyiz. Bir çok insan çay, kahve, limonata, kola gibi içecekleri tüketerek su ihtiyacını karşıladığını düşünüyor. Bu kesinlikle yanlıştır. Bu içecekler vücut suyunu çalıp vücuttan dışarı attıkları gibi ayrıca vücudu kandırıp susuzda bırakırlar. Su en mükemmel çözeltidir. Vücudunuzdaki bütün zararlı maddeleri çözer , kendine bağlar ve vücut dışına atılmalarını sağlar. Eğer böyle olmasaydı çamaşırlarımızı çayla, kahveyle yıkardık. Su vücudumuzda canlılık titreşimleri-rezonanslar oluşturarak birçok hastalıkları, Alzheimer rahatsızlığına kadar ve beynimizin kıvrımlarına yerleşmiş ola hafif ve ağır metal tortularını söker atar.
Bunu şuna benzetebiliriz: Arabanızla seyir halindeyken yağ lambasının kırmızı yandığını gördünüz. Sakızınızla lambanın üzerini kapatıp yola devam ettiniz. Bir süre sonra motor saracak ve bütün arabayı bozacaktır. Artık arabayı yürütemezsiniz. Bedenimizdeki ''hastalık''ları da bu şekilde görmeliyiz. Son yıllarda ''hastalıklar'' bedenlerimizi çok fazla oranda esir alarak erken ölümleri arttırmaya başladı. Bunun iki temel nedeni var: ENDÜSTRİLEŞTİK ve KİMYASALLAŞTIK.
Bizler kalite yerine sadece miktarla uğraşıyoruz. Bundan dolayı yaşamsal gıdalarımızdaki CANLILIĞA dikkat etmeyi unutuyoruz. Örneğin; yeni bir yavru dünyaya getirmiş olan ineğin sütünü ele alalım. Bu sütü dayanıklı olsun diye pastörize edelim. Pastörize ettikten sonra biyokimyagerlere inceletelim. Pastörize işlemiyle hiçbir şey kaybetmediğimizi saptarız. İçinde aynı miktarda calsiyum ve albümin olduğunu görürüz. Pastörize işleminden iki saat sonra bunu yavruya içirelim. Eğer yavru bu sütü içerse 21 gün içinde ölmüş olacaktır. Peki bu nasıl olur? Kimyasal- analitik olarak her şey içinde, hiçbir şey değişmedi. Peki değişen ne? Sütü pastörize ederek canlılığını aldık. Sütteki molekül yapısını bozduk, sütün geometrisini bozduk. Maddesel olarak baktığımızda sütte hiçbir şey eksik olmasada, bizim için ''YAŞAMSAL GIDA'' dediğimiz ayrıcı özellik eksiktir. Artık ''o'' yaşamsal gıda değildir. Demekki; ne kadar yaşamsal gıda aldığımızı kendimize sormamız gerekir. Aldığımız miktara değil, kaliteye dikkat edersek, organizmanın ne kadar az gıdaya ihtiyacı olduğunu saptamış oluruz.
1970'li yılların sonlarında İNGİLTERE 'de mikrodalga ile ilgili olarak birtakım deney- testler yapılıyor. Ev kedileriyle ilgili araştırma- deneylerle tanınmış Oxford 'da 8000 kedi kapalı, güneş görmeyen bir ortama alınıyor. Her gün yedikleri katı yiyecekler ve içtikleri su mikrodalgadan geçirilerek kedilere veriliyor. 2-3 hafta sonra kedilerin doğallıklarını kaybettikleri saptanıyor. 4-5 hafta sonra 8000 kedinin 8000'i de ölüyor. Her gün artan miktarda yiyecek almalarına rağmen hepsi açlıktan ölüyor. Neden? Nedeni çok basit: Mikrodalgadan geçirilen gıdaların içindeki mineral ve vitaminlerin geometrik yapısı bozuluyor, molekül yapısı bozuluyor. ''YAŞAMSAL GIDA' dediğimiz ''canlılık' ölüyor. ''YAŞAMSAL GIDA'' daki enerji ölüyor. Her gün daha fazla yemelerine rağmen açlıktan ölüyorlar. Çünkü ; ENERJİ; bir taraftan enformasyon (bilgi), diğer taraftan canlılıktır.
Okul yıllarımızda kalbimizin en önemli organımız olduğunu öğrenmiştik. 7 gün 24 saat ve bir yaşam boyu aşağı yukarı hiç durmadan kan pompalar. Biz kalbimizin kendi motoruyla çalışan bir POMPA olduğunu biliyorduk. Aslında kalbimiz bir pompa değildir. Çünkü; kendi içinde; o pompayı çalıştıran bir motoru yok. İyi gözlendiğinde kalbimizin bir pompa değil bir TRİBÜN olduğunu kolayca anlayabiliriz. Bu tribün bedenimizdeki canlı bir güç tarafından çalıştırılır. Bu canlı güç ise sadece sudur. Her hücre suyunda kendi hareketi saklıdır. Bu tribün bir ritm sağlar, kalp atışını sağlar. Bu kalp atışları beyin akımımızın bağımlı olduğu elektriği üretir. Su, canlıdır, bir kimliği vardır ve kim olduğunu hatırlar ve tanır. Bundan dolayı su bir bilgi taşıyıcısıdır. Bir su molekülünü alın, normal koşullarda dondurun ve tekrar eritin. Kanarları ve kutuplarıyla tekrar eski aynı şeklini alır. Kim olduğunu hatırlar ve eski haline döner. Japon bilim adamı Masaru Emoto: suyun yapısını kelimelerle değiştirebileceğimizi 10.000 tane deney yaparak ve fotoğraflayarak ispat etmiştir. Burada kelimelerin gücünü düşünün. Her kelime önceden düşünülmüş. İşte bu kelimeler elektriktir, dalga boylarıdır. Kelimelerinizle herhangi birine aşırı derecede canlılıkta verebilirsiniz, uyuyamayacak kadar korkuda. Masaru Emoto sıvı nötr suyu alıp kelimelerle yani bilgiyle yükleyerek -4 derecede dondurmuş ve elektron mikroskobuyla fotoğraflarını çekmiştir.
Gıdalarımıza ne kadar dikkat edersek edelim. Çevremizdeki herhangi bir arkadaşımızın- tanıdığımızın bize yüklediği negatiflik, vücut kimyamızı bozar ve bizi hasta eder. Hemen o negatif dalga boylarından uzaklaşmalıyız. Çünkü; vücudumuz kendini mükemmel bir şekilde yeniler. Bedenimiz aynen bir araba aküsü gibidir, ancak şarj edilmelidir. Dünyada hiçbir doktor, mevcut olan 58.000 ilaçla bizi tedavi edemez. Bizi kim tedavi eder biliyor musunuz? KENDİMİZ. Bundan dolayı 'bağışıklık sistemi' dediğimiz kelime yanlıştır. Bizim bağışıklık sistemimiz yoktur, ENTEGRASYON SİSTEMİMİZ vardır. Gerekli enerjiye sahip olduğumuz sürece bedenimiz zararlı maddelerle gerektiği gibi başa çıkar.
Bedenimizin % 70 'i sudan oluşur, bu bizim için çok önemlidir. Suyun kalitesine dikkat ettiğimiz gibi miktarına da dikkat etmeliyiz. Çünkü çok az su içiyoruz. Günde ortalama 2-2.5 litre su içmeliyiz. Bir çok insan çay, kahve, limonata, kola gibi içecekleri tüketerek su ihtiyacını karşıladığını düşünüyor. Bu kesinlikle yanlıştır. Bu içecekler vücut suyunu çalıp vücuttan dışarı attıkları gibi ayrıca vücudu kandırıp susuzda bırakırlar. Su en mükemmel çözeltidir. Vücudunuzdaki bütün zararlı maddeleri çözer , kendine bağlar ve vücut dışına atılmalarını sağlar. Eğer böyle olmasaydı çamaşırlarımızı çayla, kahveyle yıkardık. Su vücudumuzda canlılık titreşimleri-rezonanslar oluşturarak birçok hastalıkları, Alzheimer rahatsızlığına kadar ve beynimizin kıvrımlarına yerleşmiş ola hafif ve ağır metal tortularını söker atar.
Su; bütün canlılar için yaşamsal bir öneme sahiptir. Bir
çiçeğe üç gün su vermeyince boynunu büker, beşinci gün solar, yedinci gün ölür.
Bitkiler suyu gökten bekler, hayvanlar suyun olduğu yere gider. İnsanlar ise
suyu bulundukları yere götürürler. Götürüler ama içmek dışında suyla her şey
yaparlar. Gelişen bilimsel araştırmalar; insanın günlük 2-2,5 litre suya
ihtiyacı olduğunu tespit etmiştir. İnsanın, özellikle beynimizin ve sinir
sistemimizin en temel enerji kaynağı sudur. Suyun vücuttaki önemi sadece enerji
üretimi değildir. Hücrelerdeki madde değişimi sonucu ortaya çıkan toksinleri
dışarı atarak vücudun asit ve baz dengesini dengede tutar.
İnsan vücudu yirmi yaşından itibaren sürekli su kaybeder. Bu duruma yaşlanma denilmektedir ve sebebi henüz bilinememektedir. İnsan günlük tüketmesi gereken su miktarını içmediği zaman vücutta kuruma başlıyor ve yaşlanma hızlanıyor. Hızlı yaşlanma ise; ölüme giden yolu kısaltmak demektir. Vücutta uzun süreli su kıtlığı yaşandığı zaman yüksek tansiyondan kansere kadar bir yığın sağlık sorunu ortaya çıkıyor. Sadece susadıkça su içmek, vücudun ihtiyacı olan suyu karşılamaya yetmez. Çünkü; insan vücudunun günlük su ihtiyacı kilo başına yaklaşık 30 ml. dir. Günlük ihtiyacımız olan 2-2.5 litre suyu almadığımız -içmediğimiz zaman; vücut enerji açığını katı yiyeceklerden üretir.
Bununda 3 önemli sakıncası vardır:
Birincisi; bu yiyeceklerin hidrolize edilebilmesi için suya ihtiyaç vardır.
İkincisi; bu üretilen enerjinin ancak % 20'si beyine ulaşabilmektedir. Geriye kalanı vücutta yağ olarak depolanmaktadır.
Üçüncü ve en önemli problem ise; katı yiyeceklerden enerji üretimi sırasıda ortaya çıkan toksinlerin dışarı atılamamasıdır. Bu zehirli maddelerin dışarı atılması gerekir. Dışarı atılmadığı zaman vücudun aşırı asitleşmesi sonucu ortaya çıkar. Bu zehirli maddeler ancak suyla dışarı atılabilir.
İnsan vücudu yirmi yaşından itibaren sürekli su kaybeder. Bu duruma yaşlanma denilmektedir ve sebebi henüz bilinememektedir. İnsan günlük tüketmesi gereken su miktarını içmediği zaman vücutta kuruma başlıyor ve yaşlanma hızlanıyor. Hızlı yaşlanma ise; ölüme giden yolu kısaltmak demektir. Vücutta uzun süreli su kıtlığı yaşandığı zaman yüksek tansiyondan kansere kadar bir yığın sağlık sorunu ortaya çıkıyor. Sadece susadıkça su içmek, vücudun ihtiyacı olan suyu karşılamaya yetmez. Çünkü; insan vücudunun günlük su ihtiyacı kilo başına yaklaşık 30 ml. dir. Günlük ihtiyacımız olan 2-2.5 litre suyu almadığımız -içmediğimiz zaman; vücut enerji açığını katı yiyeceklerden üretir.
Bununda 3 önemli sakıncası vardır:
Birincisi; bu yiyeceklerin hidrolize edilebilmesi için suya ihtiyaç vardır.
İkincisi; bu üretilen enerjinin ancak % 20'si beyine ulaşabilmektedir. Geriye kalanı vücutta yağ olarak depolanmaktadır.
Üçüncü ve en önemli problem ise; katı yiyeceklerden enerji üretimi sırasıda ortaya çıkan toksinlerin dışarı atılamamasıdır. Bu zehirli maddelerin dışarı atılması gerekir. Dışarı atılmadığı zaman vücudun aşırı asitleşmesi sonucu ortaya çıkar. Bu zehirli maddeler ancak suyla dışarı atılabilir.
(DR.F.BATMANGHELİDJ)
VÜCUDUNUZ SİZDEN SU VE TUZ İSTİYOR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder