Yezidilik Ne Değildir?
Yezidiliğin ne olduğunu anlamak için Yezidiliğin ne olmadığını ya da ne olamayacağını bilmek gerekir. Yezidiliğin ne olmadığı tespit edilirse kalanın arasından Yezidiliği ayıklamak daha kolay olur.
İslâmiyet’in ilk asrından itibaren mezhep ve fırkaları sistematik olarak tasnif ve tarif ederek tarihçelerini aktaran kitaplar yazıldı. Bu dönemin araştırmacılarından El-Bağdadî, El-Hanefî, İbn-i Teymiye ve ŞehristanîYezidîlere dair bilgi veren alimlerdir.
El-Bağdadî Yezidîliği Haricîlerin İbadiye kolundan ayrılan ve Yezit bin Ebû Uneyse tarafından kurulan bir mezhep olduğunu iddia ederek kurucusunun adından dolayı Yezidîyye olarak adlandırır. Yezit b. Ebû Uneyse’ye izâfe edilen bu fırkayı zaman zaman Nükkâriye fırkası için de kullanılan Yezidîyye ile karıştırmamak gerekir. Yezit b. Ebû Uneyse’ye göre Allah Arap soyundan olmayan birine peygamberlik görevini verip ardından yeni bir kitap gönderecektir. Ancak Uneyse’nin bu görüşü yeni bir düşünce değildi. Aynı dönemde zaten var olanVehbiyye fırkası da kendilerini Arap kabul etmeyen Berberîlerin üstünlüğünü esas almaktaydı. Böylece Arap soyluluğuna muhalif Müslüman topluluklar arasında bu fikir rağbet gördü.
Yezidîyye olarak da bilinen Nükkâriye fırkası kendisi gibi İbâziyye’nin bir kolu olan Vehbiyye fırkasından sonra en fazla taraftara sahip topluluktu. Müritleri Tâher Rûstemî’nin imâmetini inkâr etmelerinden dolayı bu adla tanındılar. Nükkâriye fırkası zaman zaman Şa’biyye ya da Mistâve olarak da anıldı. Ancak topluluğun üyeleri kendileri için Mahbûbiyyûn adını kullanmayı tercih ettiler. Fırkanın kurucusu Ebû Ammâr Abdûlhamid el-A’mâ ve ardından ‘gerçek müminlerin şeyhi’ sıfatıyla Ebû Yezit ve Mahled bin Keydâd imam seçildi. Kendilerine has fikirleriyle İbâzî düşüncesinden ayrılan Nükkâriye fırkası 10. yy.’da Kuzey Afrika’da etkin bir rol aldı.
İlâhî sıfatların mahlûk olduğunu, imâmetin farz olarak kabul edilemeyeceğini, efdâl varken mefdûlün (daha iyisi varken iyinin) imam sayılamayacağını, zâlim idarecinin arkasında namaz kılınamayacağı savunan bu düşünce Allah’ın nâfile ibadetleri emretmediğini ve takîyenin geçerli olduğu durumlarda içkinin içilebileceğini ileri sürer.
El-Hanefî’nin tarif ettiği Yezidîyye fırkası ise kadınların imametini ve lidere isyanı caiz görür. El-Hanefî fırkanın kurucusu olarak Şeyban bin Seleme ve Şebib bin Yezit bin Nuaym eş-Şeybanî’yi kabul eder.
Bu fırkaya göre lider yanlış şeylerin yapılmasını istiyor ya da toplumu felakete sürüklüyorsa isyan caizdir. Yezidîyye fırkası, kadınların da lider olabilmesine olanak sağlayan özelliği ile mevcut dinî yapıya ve geleneğe başkaldırır.
Yukarıda bahsi geçen görüşlerin dışında Yezidîler ‘zındık’ olarak da kabul edildiler. Arapçada ‘kurnaz, keskin zekâlı, ince düşünceli’ anlamlarına gelen bu kelimenin aslı Farsçadır. Arapçada menfi bir anlamı olmamasına rağmen İslâm Ceza Hukukunda ‘Müslüman gibi görünen’, ‘aynı anda hem İslâmî hem de gayriislâmî fikir sahibi’ ve ‘Allah’a ve herhangi bir dine inanmamakla beraber bunu gizleyen kişi’ demektir. Zaten daha İslâm öncesi Arap – İran kültürel etkileşimin sonucu Araplar her tür İranî inançları ve bunların sâliklerini ‘zendîk’ olarak tarif ediyorlardı.
Zındık kelimesi ‘zinde-kâr / zinde-kerd’ sözcüklerinden oluşur. ‘Zend’ Zerdüşt’e ait ‘Avesta’ kitabının yorumu demektir. Mani’in bu kitabına ayrıca ‘Zend Avesta’ denir ve yorumları esas kabul edene de ‘Zendî’ denir. Araplar da bu kelimeyi zamanla ‘Zındık’ olarak telaffuz ettiler ve bununla önceleri yalnızca Manileri tarif etmişseler de zamanla İslâm ceza hukukunda anlamı gereğinden fazla genişletilerek âlimler tarafından saldırı aracı olarak kullanıldı. Bu kavram her ne kadar âlimler tarafından yeniden tanımlanmış olsa da kendileri bile tariflerine sadık kalmayarak her nevi kâfir ve münafığı zındık olmakla suçladılar. Hatta bazı İslâm alimleri daha da ileri giderek kendileri gibi düşünmeyenleri bile ‘zındık’ olmakla itham etmiştir.
Klâsik mezhepler tarihî araştırmacılarının dışında seyyahlar da Yezidîlere dair bilgi verdiler. Bu seyyahların en meşhurlarından Evliya Çelebi’nin 17. yy.’da yaptığı gezilerin bir durağı da Sincar Dağlarıydı. Gerçi Evliya Çelebi Sincar Dağlarına çıkmamış olsa da Yezîdilerin ne olamayacağına dair oldukça ayrıntılı bilgiler verir;
“Sencar’ın bir tarafına Saçlı Dağı denmesinin sebebi, bütün halkının kadın gibi fitil fitil saçlı olmasıdır. Gayet pis ve pinti bir toplumdur. Başlarında bit ve pîre yuva yapmıştır.”
Mübalağaya düşkünlüğü ile tanınan Evliya Çelebi’nin Yezidîleri görmeden duyduğu dedikoduları gerçekmiş gibi anlattığı Seyahatnamesinde de Yezidîlerin hakir görülmesinde etkili olur;
“Halkın çoğu kısa boylu, başları kele yakın, boyunları yok gibi, sanki başları hemen omuzdan bitmiştir. Amma omuzları geniş, göğüsleri enli, kemerleri kalın, pazıları ve baldırları boğun, ayakları geniştir. Gerçi Ferhat gibi güçlüdürler amma iyi ata binemezler. Gözleri siyah ve yuvarlak, kaşları gayet gürdür. Bunlara diğer Kürtler ‘Sekiz Bıyıklı’ derler. Zira ikisi bıyığı, ikisi kaşı, ikisi burun deliğinden çıkan ve diğer ikisi de kulak deliklerinden çıkanlardır. Vücutları kara koyun pöstekisi gibidir. Ağızlarına pabuç sığar. At dişli adamlardır. Çocukları on yaşını geçince ve yirmisinde, vakti geçmiş yiğit gibi tüylenirler.
Kadınlarının elbiseleri topuklarına iner. Tam bir sene karınlarında çocuğu taşımayınca doğurmazlar.”
Gerçi Yezidîlerin uzun saçlı olmaları ve bazı kastlarda saç sakal tıraşının makbûl olmaması Evliya Çelebi’yi bir nebze haklı çıkartsa bile ‘Sekiz Bıyıklı’ tarifi pek de aklı selim bir düşünce değildir. Benzer şekilde İranlılar çok kıllı olduklarını düşündükleri Lurlar için ‘saç madeni’ anlamındaki ‘maden-î riş’ tabirini kullanırlar. Evliya Çelebi’nin Yezidîlerin bazı alışkanlıkları hakkında verdiği bilgiler ise daha da ilginçtir;
“Çocuklarına önce siyah köpek sütü verirler. Bunların ülkelerinde bir köpeğe bir taş atsan, o taşı atana aman zaman vermeyip öldürürler. Zira büyük küçük hepsinin de evlerinde beşer onar köpekleri vardır. Yemeği önce köpeğe verirler. Onu doyurduktan sonra kendileri yerler. Köpekleri ile birlikte yatarlar. Bin kuruşa, on katıra bir siyah köpek satın alırlar.
...
Bu diyarda bir köpek doğursa şenlik yaparlar. Bir siyah köpek ölse, soğan suyu ile yıkayıp kefenleyerek ahlıya vahlıya köpek mezarlığına götürürler. Ölen köpeğin canı için yaşayan köpeklere koyun kebabı verirler.”
Evliya Çelebî’nin bu sözlerini teyit eder mahiyetteki bir başka rivayet R.Lescot’a ait. Zira Sincar'da Ali-ye Çermikî kabilesinden biri Halife kabilesinden birinin köpeğini öldürmüş ve bunun üzerine Halife kabilesinden köpeğini kaybeden adam ‘kana kan’ gereği köpeğinin katilini öldürünce bu iki kabile arasında kan davası çıktı.
Köpeklerin önemine dair Evliya Çelebi’den başka arkeolog Oktay Belli Urartu mezarlarında yaptığı kazı çalışmasında köpek mezarları buldu. Van’da M.Ö. 9.-7. yy.’da Urartu beylik merkezi olan Yoncatepe Kalesinde Urartulardan kalma 8 mezardan insan iskeletleriyle beraber köpek iskeletleri de çıktı. Oktay Belli’ye göre Urartular sürülerin güdülmesinde köpek insana yardımcı olduğundan kutsal sayılıyordu ve öldüğünde de insanlara ait mezarlara dinî törenle gömülürdü.
Evliya Çelebi, Yezidîlerin yemek alışkanlıklarına dair verdiği bilgilerde de mübalağaya kaçar;
“Bu Kürtler soğan ve peyniri daima koyunlarında gezdirirler. Bir kimse bunların yanında bir soğanın başına yumruk vurup ezse, o kimsenin başını da onlar ezip öldürürler. Şurası gariptir: Bunlardan zengin bir kimse ölse, o adamı soğan suyu ile yıkayıp kabrine de soğan dikerler. Bütün ölülerinin kefenine mutlak köpek yünü katmak adetleridir... Bu hallerini nice kereler sordum, doğru olarak vermeyip ‘pivas hoş est’ yani ‘soğan iyidir’ dediler. Bu bir darbımesel olmuştur: Bir Kürd’e sormuşlar, ‘Hükümdar olsan ne yersin?’ diye. Cevap olarak: ‘Soğan cücüğü yerim’ demiş. Hakikaten Kürtler soğanı sevip ‘güzel! güzel!’ der. Şu da gariptir: Bu Kürtlerin çevresine bir çizgi çizsen, o çizginin dışına çıkmaları imkânsızdır. Ancak biri gelip o yuvarlak çizginin bir tarafını bozarsa o çizgiden dışarı çıkar! Yoksa o çizginin içinde öleceğini bilse dışarı çıkmaz.”
Tarafsız bir gözlem yapmayan Evliya Çelebi, Yezidîlere düşman komşularının fikirlerini kayda almakla yetindi. Bu açıdan bakıldığında Evliya Çelebi ile Karl May arasında yalnızca zaman farkı söz konusudur. Her ikisi de Yezidîleri yerinde incelemeden tanıtarak duygularını ve dolayısıyla toplumu yanlışa sürüklediler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder