IŞİD’in sahip olduğu düşünsel altyapıyı, Şia’ya karşı
düşmanlığı ve aralarındaki mücadeleyi Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cemil Hakyemez ile konuştuk.
Röportaj Engin Dinç www.on5yirmi5.com |
Bugün Irak’ın orta kesimi ve Suriye’nin bir kısmını eline
geçiren Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)’nin Selefi/Vahhabi çizgide olduğu
biliniyor. Bu çizgideki İslami hareketlerin toptancı ve dışlayıcı
yaklaşımlarından beslenen IŞİD ve El Kaide gibi örgütler ise İslam dünyasındaki
en kanlı ve tehlikeli yapılar olarak ortaya çıkıyor.
Bu yapıların hedeflerine koyduğu Şii mezhebi ise yine en çok
bu yapılara karşı bir tepki gösteriyor ve sertlik sergiliyor. IŞİD’in sahip olduğu
düşünsel altyapıyı, Şia’ya karşı düşmanlığı ve aralarındaki mücadeleyi Hitit
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cemil Hakyemez ile
konuştuk.
Selefilik ve Vehhabilik farklı anlamlara sahip olsa da,
bugün geniş bir kesim tarafından aynıymış gibi kabul ediliyor. Bu iki kavram
arasındaki farklar nelerdir? İslam dünyasında Selefi/Vahhabi hareket nasıl
doğmuştur? İslam mezhepler tarihi içinde bu hareketin yeri nedir? Klasik Ehli
Sünnet yaklaşım ile ayrıldığı yerler neresidir?
“Selef” kavramı, belli bir zaman diliminde yaşayan kişiler
için kullanılmıştır.
Bunlar; Hz. Peygamber’in ashabı, Tabiin ve Tebe-i Tabiindir.
Kendilerini Selefî olarak tanımlayanlar, Selefîliği, İslam dinini sahabe
dönemindeki gibi saf ve arı bir şekilde, bidatlerden, eski medeniyetlerin
kalıntılarından ve sonradan ortaya çıkan fırkaların görüşlerinden uzak kalmak
diye tarif ederler.
Selefiliği tanımlarken iki önemli karakteristik dikkat
çeker:
1-Hadis merkezli zahirilik ve metincilik.
2- Kurtulmuş fırka merkezli inhisarcılık ve dışlamacılık.
Yani kendilerini “kurtuluşa ermiş fırka” olarak görmeleri. Bu tanım
çerçevesinde düşünüldüğünde bu kesim, İslam tarihinin ilk dönemlerinde
Ashabu’l-Hadis ismiyle öne çıkmıştır. Ashabu’l-Hadis, 3/9. Asırda birkaç gruba
ayrılmış olup bunlar arasında Ahmed b. Hanbel’in taraftarları olan
Hanbelilerin, yukarıdaki tanıma en uygun kesim olarak ortaya çıktığını
görüyoruz.
Bu tarihi düşünce hattı, Ahmed b. Hanbel’den itibaren 8/14.
Asırda İbn Teymiyye ve 18. asırda Muhammed b. Abdulvehhab tarafından temsil
edilmiş ve günümüze kadar da gelmiştir. Aslında Selefîlik, günümüzdeki
anlamıyla bir nevi muhafazakarlık demektir. Çünkü Araplar İslâm dinini kendi öz
değerleri olarak gördükleri için kendi geleneksel düşünce kalıplarını zorlayan din
yorumlarına hiçbir şekilde müsamaha göstermemişlerdir. Bu yüzden henüz İslam
mezheplerinin yeni teşekkül etmeye başladığı dönemlerde özellikle Ebu Hanife
vb. mevalinin re’y, yani akla dayalı yorumlarını hep bid’at olarak
değerlendirmişlerdir.
O dönemde Ashabu’l-Hadis adı altında oluşan bu reaksiyoner
tutumun günümüzde Selefilik olarak devam ettiğini görüyoruz. Günümüz dünyasında
yükselen islamofobinin, söz konusu hareketin daha da güçlenmesine yol açması bu
yüzden olsa gerektir. 18. Asırda ortaya çıkan Vehhabilik de benzer şartların
ürünüydü. Osmanlı devletinin Ruslar ve İngilizlerle olan savaşlarından dolayı
Arabistan bölgesinde oluşan otorite boşluğu neticesinde kontrolden çıkmış sûfi
hareketler ve Şiîlerin imam türbelerine aşırı derecede saygılarına bir de Batının
Müslüman topraklarını işgal etmeye başlamaları da eklenince, bunlara karşı bir
tepki olarak Vehhabilik hareketinin oluşumu neredeyse kaçınılmaz hale
gelmiştir.
Selefîlik ya da Vehhabbîlik fark etmez, bunlar elbette Ehl-i
Sünnet’in bir parçasıdır. Fakat Ehl-i Sünnet çok geniş bir yapı olduğu için
günümüz İslam dünyasında Şiîler dışındaki Müslümanların hemen hemen tamamı
Ehl-i Sünnet sayılmaktadır. Bu yüzden onlara “Ehl-i Sünnet’in Aşırıları” demek
daha doğru olur. İlk dönemlerde Hanbeliler, sonra da Vehhabiler, sadece
Şiîler için değil kendilerinden olmayan Sünnî gruplar için de tehlike
oluşturmuşlardır. Hanbeliler, Bağdad’da mescidleri basarak Şafiîleri bile
tartaklamışlardır.
Benzer şekilde, Muhammed b. Abdulvehhab’ın koruyucusu Su'ûd
b. Abdülaziz, Medinelilere mektup yazarak onları İslâm'a davet etmiştir.
Çelişkiye bakın. Kimi nereye davet ediyor? Medine, İslâm’ın doğduğu yer,
kendisi ise Necid bölgesindeki bedevî kabileye mensup bir şahıs. Selefi/Vehhabi
çizgi bugün El Kaide, IŞİD gibi radikal ve terörle ilişkilendirilen örgütlerin
ideolojik altyapısını oluşturuyor.
Bu örgütler neden bu düşünceleri sahipleniyor ve bunu
ideolojik temelleri haline getiriyor?
Aslında sebebi çok açık. Geleneksel Selefi çizgi hep
şiddetten beslenmiştir. Zira tarihsel süreç içerisinde sürekli reaksiyoner
olmaları ve özgüven duygusundan ziyade, yenilgi psikolojisi ile hareket ediyor
olmaları, Selefî söylemlerin ortak paydası olmuştur. Onların Selef döneminin
temsil ettiği hakikate sahip olma duygusu, İslam adına insanlar üzerinde hak
iddia etmeleri, yaşadıkları günden hoşnut olmamaları, ötekileştirici din dilini
tercih etmeleri ve kıyametin yaklaştığı ve mehdî beklentileri, kendilerinde
nefret dilinin gelişmesine yol açmıştır.
Bu katı ve dışlayıcı düşünce yapısı, söz konusu radikal
örgütler için bulunmaz teolojik ve duygusal imkânlar sunmaktadır. Bununla
birlikte sert ve katı mizaçlarından dolayı, tıpkı Hariciler gibi kendi
aralarında da anlaşamamaktadırlar. Bu yüzden günümüzde pek çok Selefilik şekli
ortaya çıkmıştır. Yani metodolojilerinin çok sert olması, hayatın gerçekliğiyle
çatışmakta ve sonuçta zıtlaşmalar, retler ve kesin ayrılıklar ortaya
çıkmaktadır.
Selefi/Vehhabi çizginin en büyük düşmanı olarak Şia mezhebi
öne çıkıyor.
Şia neden bu mezhebin hedefinde? Bunun farklı
sebepleri olabilir. Hatta İslâm öncesi dönemlere dayanan sebepleri olduğunu
bile söyleyebiliriz. Şiîliği oluşturan kesim, daha ziyade kendileriyle rekabet
içerisinde oldukları güney Arapları olan Yemenli kabileler ile Eski İranlı
gruplardan meydana gelmişti.
Bunlar, Kuzey Araplarına karşı olan tepkilerini, Müslüman
olduktan sonra önce Emeviler, sonra da Abbasilere karşı çıkarak
göstermişlerdir. Emevi ve Abbsilerin en önemli rakipleri olan Hz. Ali soyu
etrafında bir araya gelerek Şiîliğin oluşumuna kaynaklık etmişlerdir. Kuzey
Arap kabileleri ise, İslâm’ı ve Hz. Peygamber’i kendilerinin temsil ettiği
psikolojisi içerisinde hareket ederek Şiîleri, kendi değerlerini ve dolayısıyla
İslam’ı yıkan baş düşman olarak görmüşlerdir.
Hicri üçüncü asırda mezheplerin kurumsallaşmaya başlamasıyla
birlikte iki kesim arasındaki çatışmaların sistematik teolojik bir yöne doğru
kaydığını görüyoruz. Entelektüel meraktan yoksun ve daha ziyade kabilesel
karakterli bu çatışmalar, Abbasî Halifesi Mütevekkil’in münazara ve kelâmî
tartışmaları yasaklamasıyla birlikte sokaklara taşmıştır.
Ehli Hadis’in düşünce yapısı ve zihniyeti, bu çerçevede
şekillenmiştir.
Hicri dördüncü asrın başlarında İmam İmam Berbehârî (ö.
329/941)’nin Bağdad’da Şiîlere ve kendilerinden olmayan diğer Sünnîlere
yaptığının benzerini bu gün Ebu Musab Zerkavi yapmaktadır. Aynı zihniyeti
temsil ediyorlar. Her ikisi de Şiilerin camilerini yaktırmıştır. Bu gün Suud’un
verdiği desteği o dönemde Abbasi halifesi Mütevekkil ve Muktedir gibi halifeler
vermekteydi.
IŞİD’in kafir/dinden çıkmış olarak niteledikleri hakkında
çok kolay bir şekilde idam/infaz kararı alabildiğini görüyoruz. Bu kararları
hangi dini temellere dayandırıyorlar? Tarihsel miras, yani geleneksel
Müslüman din anlayışından yol çıkarak özellikle de Selefî söylemin bir ürünü
olan dışlayıcı fetvalar bu işi kolaylaştırmaktadır.
On dört asırlık dönemde ortaya çıkan tüm gruplar,
kendilerini Hz. Peygamber dönemiyle özdeşleştirip dinin bizzat aslı saydıkları
için, kendileri dışındakileri rahatlıkla İslam dışı, kafir, mürted, kanının
akıtılması helal olarak görebiliyorlar.
Hz. Peygamber’den geldiğini iddia ettikleri meşhur 73 fırka
rivayeti de buna çanak tutmaktadır. Her şeyden önce Şii tarih algısıyla Sünni
tarih algısı zıtlıklar üzerine inşa edilmiştir. Şiilik, Hz. Peygamberden sonra
ilk üç halifeyi gayri meşru sayar. Sünniler ise hilafet sırasını meşrulaştıran
bir söylem inşa etmişlerdir. Şayet her iki kesimin din anlayışlarının tarihsel
süreç içerisinde oluşan tarihin bir ürünü oldukları kavranamazsa çatışma kaçınılmaz
olmaktadır.
Şia’nın da bu Selefi/Vehhabi çizgiye karşı çok sert
eleştirileri olduğunu biliyoruz. Şia’nın bu eleştirileri hakkında neler
söyleyebilirsiniz?
Etki-tepki meselesi. Kendilerine en çok karşı olanları hedef
seçmeleri çok doğal bir durum olsa gerektir. Şiî değerlere, hatta insanlara
yönelik en büyük saldırılar, halife Mütevekkilin iktidarıyla birlikte
Hanbeliler, 1802 yılında Kerbela’yı basıp on bine yakın Şiî’yi katleden
Vehhabiler ve günümüzde de Selefiler tarafından yapılmaktadır. Bu da ister
istemez tepkiye yol açmaktadır. Şiîlik, İslâm dünyasındaki en önemli
muhalefet hareketi olduğu için merkezî Sünnî iktidarlarla problemi olanların
yolu bir şekilde Şiîlikle kesişmiştir. Bu yüzden Şiîliğin bu güne kadar
yaşamasını sağlayan en önemli etkenlerden birinin, muhaliflik ve ötekilik
psikolojisi olduğunu söyleyebiliriz.
Bu ötekilik duygusu, Hz. Hüseyin’in katledilmesi benzeri
trajik olaylarla özdeşleştirerek kendini dışa vurmuştur. Onlar, anma
törenlerinde yas tutarak ve hepsinin trajik şekilde öldüğünü iddia ettikleri
imamlarının kabirleri etrafında kenetlenerek, tabiri caizse ezilmişlikten
farklı bir haz şekli geliştirmiş ve dinamizmlerini bu günlere kadar
taşımışlardır. Fail olarak kendilerine karşı muhatap kabul ettikleri en önemli
kesim olarak da, Emevî ve Abbasî veya günümüzde Suudi iktidarlarıyla
özdeşleştirdikleri Hanbeîler, Vehhâbîler veya Selefîler olarak nitelenen
kesimleri görmüşlerdir.
Suudi Arabistan Selefi/Vehhabi çizginin destekleyicisi, İran
da Şii dünyanın. İslam tarihinde Sünni ve Şii devletlerin savaşlarına rastlansa
da, bu çatışmaların bir mezhep çatışması boyutuna ulaşmadığı görülüyor. Bugün
gelinen noktada her iki ülkenin siyasi çıkar ve amaçlarının bugün İslam
dünyasını bir mezhep savaşıyla karşı karşıya bıraktığı söylenebilir mi?
Devletlerarası çatışmalar, Yavuz Selim ve Şah İsmail
dönemlerinde olduğu gibi zaman zaman mezhep boyutuna da taşınmıştır. Fakat
bunlar sınırlı olaylardır. Bununla birlikte bu çerçevede her iki tarafın
ulemasına verdirtilen tekfir edici fetvalar, halen daha Müslümanlar arasında
sıkıntı oluşturmaktadır. Sizin de ifade ettiğiniz gibi bu işlerin temeli siyasi
ve ekonomik vb. çıkarlara dayanır. Zaten mezhepler arası farklılıkların temeli
de büyük oranda siyasi tutum farklılıklarından kaynaklanmıştır.
Çıkar yüzünden kardeşler bile birbirlerine girmektedir.
Selefilik veya Cihadi Selefiliğin hedefinde Şiilerin olmasının veya
Vehhabiliğin Şiilerle problemi olmasının temelinde bu nedenlerin yattığı
bilinmektedir. Suudi Arabistan’ın petrol bölgelerindeki nüfus büyük oranda
Şiilerden oluşmasına konunun uzmanları tarafından sık sık dikkat çekilmektedir.
Bu demektir ki sorunun temeli ekonomik ve siyasidir. Mezhep ise kendi
yaptıklarını meşru gösterme kılıfı olarak kullanılmaktadır.
Son olarak geçmişte pek çok İslam mezhebi veya hareketi
ortaya çıkmış ve tarihten silinmiştir. Size göre, Selefi/Vahhabi çizginin daha
gelişmesi gibi bir durum söz konusu mudur?
İslam dünyasında bu akımlara karşı bir bilinç ve savunma
mekanizması geliştiriliyor mu? Bu tür grupların, kendi ayakları üzerine
basan yeni bir İslâm medeniyeti ortaya çıkana kadar belirleyici etkileri devam
edeceği anlaşılmaktadır. Bizim burada ifade etiklerimiz veya İslam dünyasındaki
birtakım uzlaştırıcı yaklaşımlar, Müslümanlar özgüvenden eksik ve dış müdahalelere
açık olduğu sürece pek fazla karşılık bulmayacaktır. Kanaatimce ne zaman güçlü
bir İslam dünyası ortaya çıkar, o zaman bu ve benzeri aşırı grupların
çeşitlilik ve renklilikten öte bir etkisi olmaz.
[[kaynak: http://www.on5yirmi5.com/roportaj/guncel/olaylar/160479/isidin-beslendigi-selefi-dusunce-nedir.html]]
[[kaynak: http://www.on5yirmi5.com/roportaj/guncel/olaylar/160479/isidin-beslendigi-selefi-dusunce-nedir.html]]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder