MUSTAFA KEMAL ATATÜRK:
HAYATI VE ŞAHSİYETİ
Yirminci yüzyılın ilk yarısının sonuna gelindiğinde Mustafa Kemal Atatürk adı, bu yüzyıla şekil veren kişilerden biri olarak büyük önem kazanmıştı. O, can çekişmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nu, I. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğramış Merkezi Güçlerin bir unsuru olma statüsünden alarak, Türkiye Cumhuriyeti adı altında yeni ortaya çıkan demokratik bir devlet olarak dünya çapında tanınan bir varlık haline getirmeyi başarmıştı. Bundan elli yıl sonra, yirminci yüzyılın sonunda, halkının kendisinden bahsederken kullandığı Kemal Atatürk adı, bu yüzyıla şekil veren kişilerden biri olarak dünya sahnesinde hâlâ dikkatleri üzerine çekmekteydi. 9/11 Eylül’de Amerika’da meydana gelen olaylardan sonra dünya, Atatürk’ün politikalarını modernleşme, laikleşme ve globalleşme meseleleriyle boğuşan diğer devletler için de başvurulabilecek bir model olarak görmeye başladı. Bu çalışmada, Mustafa Kemal Atatürk’ün, derinden yaralanmış, şoke olmuş ve morali bozulmuş kendi halkını, nasıl yenilgiyi kabullenme bataklığından kurtardığını ve nasıl onlara I. Dünya Savaşı sonrasında kim olacakları ve ne olacakları konusunda karar vermeyi Paris Barış Konferansı’na ya da Milletler Meclisi’ne bırakmayarak, kendi kaderlerini kendileri belirleyen birkaç halktan biri olarak muhteşem bir geleceği kucaklama yönünde liderlik yaptığını inceleyeceğiz. Gerçekten o dönemde Türkler, Müttefik Devletlerin, Osmanlı Devleti’nin Anadolu topraklarını içeren ana karasını doğrudan işgal ya da manda paylaşımı yoluyla bölme ve o bir zamanların kudretli varlığını tarihin hurda yığınına atma yönünde ortaya koydukları bütün girişimleri başarısızlığa uğratmışlardır.
Bu çalışmaya ayrılan alan içinde Kemal Atatürk’ü tam hakkını vererek anlatmak mümkün değildir. Dar kapsamlı bir biyografi ortaya koyma yerine, ben onun kişiliğinin bazı yönleri üzerinde duracağım ve onun Türk halkını ve Türk yurdunu, hâlâ emperyalist amaçlar gütmekte olan, savaştan galip çıkmış Müttefik devletler arasında bir şekilde paylaşılmaktan kurtarmak için ortaya koyduğu mücadelede belirleyici nitelikte olan bazı olayları ele almaya çalışacağım. Atatürk’ün daha ayrıntılı bir biyografisiyle ilgilenenlerin atıfta bulunabilecekleri son zamanlarda yapılmış bazı tarihsel çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmalar arasında Vamik Volkan ile Norman Itzkowitz’in kaleme aldığı The Immortal Ataturk: A Psychobiography (Chicago University Press, Chicago, Il. 1984) adını taşıyan eser ile Andrew Mango’nun Ataturk, (Woodstock Press, Woodstock, NY, 2000) kitabı önemliler arasında sayılabilir.
Mustafa Kemal, tarihin her şeyin bilindiği bir döneminde dünyaya gelmiş olsa da onun hayatının ilk yıllarıyla ilgili çoğu bilgi hâlâ bir sır olmaya devam etmektedir. Biz onun tam olarak ne zaman doğduğunu bilmiyoruz. Mustafa Kemal Selanik’te doğdu, fakat onun doğduğu gün, ay ve yıl hâlâ belirlenmiş değildir. 1880/81 kışında o zamanlar önemli bir Osmanlı eyalet merkezi olan yerde doğmuştur. Babası Ali Rıza Bey, ilk önceleri dinî vakıfların yönetiminde görev alan düşük düzeyli bir Osmanlı bürokratıydı; 1877 yılındaki Rusya’yla yaşanan savaş sırasında askerlik hizmetini yerine getirdikten sonra da gümrük kurumlarında düşük düzeyli bir bürokrat olarak görevini devam ettirdi. Onun görev yeri, Yunanistan sınırına yakın olan ve Selanik’in doğusunda bulunan ormanlık bölgenin sınırları içindeydi. Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım, muhtemelen Anadolu’dan Balkanlara yeni getirilmiş ve Yunanistan’la sınır oluşturan bölgeleri korumak için oralara yerleştirilmiş olan halkın içinden çıkma yeni yetme bir genç kızdı. Zübeyde Hanımın kısa aralıklarla ikisi kız, biri oğlan olmak üzere üç çocuğu oldu, fakat üçü de daha çocukken öldüler. Mustafa Kemal bir matem evi olarak isimlendirebileceğimiz bu aile içinde dünyaya geldi. O diğer çocukların yerine geçmek üzere doğmuş bir çocuktu, bu durumun onun daha sonraki hayatı üzerinde önemli etkisi olacaktı. En baştan itibaren o, annesinin gözünde çok özel bir çocuktu. Bu özel olma durumu, Türk halkının aşina olduğu ve hâlâ sımsıkı sarıldığı bir özelliktir.
Atatürk doğduğunda, babası ya da başka bir yaşlı akrabası geleneksel tarzda onun kulağına Mustafa ismini fısıldadı; bu isim daha sonra onun gerçek verilmiş ismi olacaktır. Ali Rıza Bey, çocuğunun ileride askeri bir kariyer yapabilmesi için ilahî yardım istemek üzere beşiğinin baş ucuna kendisinin asker kılıcını astı. Mustafa 7 yaşına geldiğinde, babası bir hastalık sonucunda vefat etti. Kemal Atatürk, babasıyla uzun dönemli bir temas imkanına sahip olmadı; kısa dönemli babasıyla temasından ondan bazı şeyleri aldığı sonucunu çıkarabiliriz. Aldığı şeylerden bir tanesi, askerliğe duyduğu ebedi ilgiydi. Başka bir tanesi de birçok durumda mevcut sınırlamaları kavrayabilmesiydi; babası, hükümet görevlisi olarak bulunduğu Yunan sınırı yakınındaki ormanlık bölgede Yunan haydutlarıyla uğraşmak zorunda kaldığında mevcut kısıtlamaların çok iyi farkına varmıştı. Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla zirve noktasına ulaşacak olan askeri ve siyasi mücadelesine girişirken, bu iki faktör onun kariyerinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bu psikolojik makyajla ilgili olarak bu bölümde ele alınacak olan başka yönler de bulunmaktadır.
20’li yaşlarının sonuna doğru dul kalmış olan Zübeyde Hanım, kendisinden önce ölmüş olan üç kardeşinin yerine geçecek çocuk olma özelliğiyle zaten özel olma hususiyeti kazanmış olan çocuğunun hayatına yoğun bir şekilde karışmaktaydı. Bunun bir uzantısı olarak da onun asker olmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Onun arzusu, oğlunun dinî bir okulda öğretmen olması ya da Kur’an’ı ezberine alan bir hafız olarak yetişmesiydi. Fakat Zübeyde Hanım oğullarının alacağı eğitimin türü konusunda kocasıyla aralarında çıkan fikir ayrılığında kaybeden taraf oldu. Oğlunun Batılı çizgide eğitim almasını ve böylece askerî bir kariyer için daha hazırlıklı olmasını isteyen Ali Rıza Bey, başlangıçta karısının arzusuna uyarak Mustafa Kemal’i mahallede bulunan dinî okula kaydettirdi, fakat birkaç gün sonra onu o okuldan alarak Şemsi Efendi tarafından yönetilmekte olan ve Batılı tarzda eğitim veren yeni açılmış bir okula yerleştirdi. Bu şekilde Mustafa Kemal, babasının hem askerî geçmişinden hem de onun üstün konuma geçmek için herhangi bir durumun sınırlamaları içinde nasıl hareket edilmesi gerektiği yönünde sahip olduğu bilgiden faydalanmış oldu.
Mustafa Kemal, daha sonra babasının kendisine miras olarak bıraktığı şeyleri ne kadar iyi öğrendiğini gösterecekti. Babasının ölümünden sonra annesinin arzusu doğrultusunda kendisini bürokraside kariyer edinmesi için hazırlayacak olan bir okula kaydoldu. Fakat Selanik caddelerinde gördüğü askeri üniformalarıyla dolaşan gençleri kıskanan Mustafa Kemal’in kafasında eğitimiyle ilgili başka fikirler bulunmaktaydı. O, zaten her şeye gücü yeten düş gücüyle desteklenen, erken gelişmiş ve etkiye açık bir özerklik hissi ortaya koymaya başlamıştı. Annesine haber vermeksizin özerklik ve muktedirlik hissinin geliştiğini ortaya koyan bir adım attı; askerî okula giriş sınavına girdi ve bu sınavda başarılı oldu. Sınavda başarılı olması, hem onun vefat etmiş olan babasıyla kendisini özdeşleştirmesini güçlendirdi, hem de annesinin kendisini özel biri olarak görmesi hususunu da kendisinin de bilinç altında verdiği destekle daha da kuvvetlendirdi. Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in özel olduğu duygusunu daha da geliştirirken, bu durum, kendi kendini gerçek haline dönüştüren bir kehanet haline dönüşecekti. İleride Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere büyüyüp olgunlaşacak olan küçük Mustafa gerçekten özel biriydi.
Başka belirleyici nitelikte olan, bir olay onun askeri okuldaki eğitimi sırasında ortaya çıktı. Mustafa Kemal, yine Mustafa adını taşıyan öğretmeninin rehberliğinde matematik dersinden çok hoşlanmaktaydı. Anlaşıldığı kadarıyla kendisiyle öğrencisi arasında bir ayırım yapmak amacıyla öğretmeni ona Kemal, yani mükemmel biri lakabını verdi. Bu isim Mustafa Kemal’in kendisinin özel biri olduğunun farkında olmasına da uygun düşmekteydi ve bundan sonra hep onunla birlikte anılacaktı. Bundan sonra o artık Mustafa Kemal olarak bilinecekti.
Mustafa Kemal askerî okul sisteminde ilerlemesini sürdürdü ve 1899 yılında Manastır’da (şu anda Bitola) askeri okulun orta kısmını bitirdi. Manastır, o zamanlar hâlâ Osmanlı’nın Balkanlar’daki önemli eyalet merkezlerinden biriydi, Yunanistan ve Arnavutluk’la mevcut sınırları koruyucu bir konumda bir bulunmaktaydı ve Sırbistan ya da Bulgaristan’da bir karışıklık olması durumunda karışıklığı bastırmak için kullanılacak önemli bir merkez görevi görmekteydi. O zaman henüz yirmi yaşına girmemiş olan, çevredeki eyaletlerden gelen bu genç adam, doğu Avrupa’nın tümünde olmasa bile Osmanlı İmparatorluğu içinde en gelişmiş şehir olan İstanbul’da bulunan Harp Okuluna girmeyi başardı.
Başlangıçta Mustafa Kemal eyaletten gelen biri olarak İstanbul’da ne yapacağını bilmez bir durumdaydı.
Kendi kendine saygı hissi saldırıya büyük darbe almıştı ve sık sık depresyona girmekteydi. Kişilik bütünlüğünü yeniden oluşturmaya ihtiyaç duymaktaydı. Bu ihtiyacını zayıf kadınları yöneterek bir dereceye kadar giderdi. Fakat bu tür davranış, onun akademik çalışmasına olumsuz yansıdı ve neredeyse eğitiminin ilk yılında başarısız olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu durumdan onu bir paşanın (generalin) oğlu olan Ali Fuat (Cebesoy) ile kurduğu arkadaşlık kurtardı. Mustafa Kemal, paşanın evinde saygıyla karşılanmaktaydı; Ali Fuat, onun İstanbul’un renkli hayatına katılmasına rehberlik eden ve büyük ihtimalle de onu rakı içmekle tanıştıran kişi oldu. Paşa, Mustafa Kemal için idealize edilmiş bir baba vazifesi görmekteydi, bu çerçevede Mustafa Kemal askeri okuldaki çalışmalarına daha yoğun şekilde eğildi.
Politika, Mustafa Kemal’in Harp Okulu’ndaki sınıf arkadaşlarının bazısının hayatında önemli bir rol oynamaktaydı. Onlar Sultan II. Abdülhamid’in baskı yönetiminden hiç hoşlanmıyorlardı ve siyasi durumun ciddiyeti konusunda sınıf arkadaşlarını uyarabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kendinden üst ya da alt sınıflarda olanlarla birlikte kendi sınıfında öğrenci olan Harp Okulundaki arkadaşlarının bir çoğu -bunlar arasında Ali Fuat (Cebesoy), Kazım Karabekir, Nuri (Conker) ve Mehmet Arif de bulunmaktaydı- daha sonraki yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında Mustafa Kemal’le birlikte önemli roller oynayacaklardı. Mustafa Kemal açısından Osmanlı Sultanı kötü bir babayı temsil etmekteydi; o da öğrenci arkadaşlarıyla birlikte gizli şekilde bir gazetenin çıkarılmasında rol aldı. Gazetenin başyazılarını birçok kere kendisi yazdı. Gazetenin yayına hazırlanması oldukça tehlikeli bir faaliyetti. Bir keresinde okul görevlileri gazetenin hazırlanmakta olduğu odaya girdiler, fakat anlaşıldığı kadarıyla bu gizli faaliyeti görmezlikten gelmeyi tercih ettiler. Kendisine güvenini yeniden kazandıktan sonra Mustafa Kemal, eğitiminin ikinci yılının sonunda 460 kişilik sınıfta yirminci oldu, üçüncü sınıfta da 459 kişi arasında sekizinci olmayı başardı. Okuldan mezun olurken tamamen askeri üniforma giymiş olarak resmini çektirdi ve bu resmin bir kopyasını kendisiyle gurur duyması için annesine gönderdi.
Piyade sınıfında teğmen olarak görevlendirilen Mustafa Kemal’in Kurmay Okulu’na gitmesine izin verildi. Kurmay Okulu’ndayken kendisine duyduğu güvende yeniden zayıflama ortaya çıktı. Orada en iyiler arasında bulunmaktaydı, fakat henüz en iyi değildi. İçinde taşıdığı büyüklük hislerini koruyabilmek için büyük mücadele verdi. Kendisini yıldızı parlayan bir şahsiyet, bir kahraman ve ülkesinin bir kurtarıcısı olarak görmekteydi. Arada bir büyüklük duygusu dışarı da taşmaktaydı. Bir keresinde kendisi ve arkadaşları hükümetin geleceği konusunda görüş alış verişinde bulunuyorlardı. Mustafa Kemal gelecekte kurulacak bir kabinede arkadaşlarının hangi bakanlıklara ve diğer hangi liderlik pozisyonlarına atanacağını gösteren bir liste hazırladı. Arkadaşları onun hangi makamı işgal edeceğini sordular. Onun cevabı, "bu makamları size verecek olan benim” şeklinde oldu.
Sık sık yeterli uyuma güçlüğü yaşamış olsa da Mustafa Kemal 1905 yılında 57 kişilik sınıfında beşinci olarak kurmay yüzbaşı rütbesiyle okuldan mezun oldu. O zaman yirmi dört yaşındaydı. Göreve atanmak için beklerken Mustafa Kemal ve bazı arkadaşları Beyazıt semtinde bir apartman dairesi kiraladılar. Orada hükümetin yasak listesinde bulunan kitapları okumak ve tartışmak için bir araya geliyorlar ve kendilerinin idealleri ile gelecek konusunda tartışıyorlardı. Onların faaliyetleri hükümetin dikkatinden kaçmadı. Bir hükümet ajanı onlarının grubunun bir üyesi oldu ve onları ele verdi. Mustafa Kemal, Ali Fuat (Cebesoy) ve başka bazı arkadaşları tutuklandılar ve hapse atıldılar. Askeri kariyerleri tehlikeye girmişti, fakat işten atılma yerine kendilerine imparatorluğun uzak bölgelerinde görev verildi. Mustafa Kemal ile Ali Fuat (Cebesoy) o zamanlar hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Suriye’de bulunan Beşinci Ordu’ya atandı.
Şam’a atanma Mustafa Kemal açısından kendisine vurulmuş büyük bir darbeydi. Annesine yakın olabileceği Selanik’e gönderileceğini ümit etmişti. Ali Fuat ve sürgüne gönderilen başka bir sınıf arkadaşıyla birlikte Mustafa Kemal ilk görev yerine gitmek için önce gemiyle Beyrut’a, oradan da trenle Şam’a gitti. Ali Fuat’ın babası İsmail Fâzıl tanınmış bir Paşa olduğu için Şam’daki komutan onları sıcak bir şekilde karşıladı. Ancak birkaç gün sonra Ali Fuat, eyalet valisinin koruması olarak görev yapan seçkin bir süvari birliğiyle birlikte özel bir görevle Beyrut’a geri gönderildi. Mustafa Kemal hiç kimse olmama durumuna geri dönmüştü; gözden düşmüş bir şekilde cezasını çeken bir subay olarak görülmekteydi. En son teknoloji ürünü askeri malzeme ve taktiklerle eğitilmiş olsalar da Beşinci Ordu’da görevli olanlardan hiç kimse onun açığa vurmak zorunda olduğu şeyleri öğrenmekle ilgilenir görünmüyordu. Ona ve başlangıçta birlikte sürgüne gönderildikleri üçüncü kişiye hiçbir görev verilmiyordu.
Askeri reform yapılması gerektiğinin farkına varan Mustafa Kemal ve diğer arkadaşı Vatan ve Hürriyet Cemiyeti adını verdikleri gizli bir cemiyet kurdular. Bu topluluğu genişletme yolunda çabalar gerçekleştirilse de ciddi bir ilerleme sağlanamadı. Karamsarlığa kapılan Mustafa Kemal, tamamen Arap ve tamamen Müslüman olarak gördüğü Şam’ı ‘tamamen kötü’ olarak algılamaya başladı. Küçük bir çocukken Mustafa, annesi tarafından dinî bir eğitim almaya ve dinî bir kariyer yapmaya yönlendirilmiş, fakat onu laik, modern bir okula yerleştiren babası tarafından kurtarılmıştı. Mustafa Kemal kendisini kurtaracak yeni bir babaya ihtiyaç duymaktaydı. Bu doğrultuda Selanik’te bulunan bir paşa üzerinde karar kıldı. Ona Makedonya’ya transfer edilmesi konusunda kendisine yardım etmesi isteğinde bulunan mektuplar yazdı. Paşa kendisi Selanik’e geldikten sonra ona yardım edebileceğini söyleyerek baştan savma bir cevapla ona karşılık verdi. Gözü yılmayan Mustafa Kemal Selanik’e gitme planlarından vazgeçmedi.
Bütün yol boyunca değişik yerlerde görev yapmakta olan arkadaşlarının yardımıyla Mısır ve Pire yoluyla Selanik’e ulaşmayı başardı. Oraya vardığında yaptığı ilk şey, gidip annesini görmekti. Oradan da kendisinin kurtarıcısı olacağına inandığı Paşa’yı görmeye gitti. İdealindeki babası olacağı yönünde hayaller kurduğu kişinin onu görmeyi reddetmesi üzerine Mustafa Kemal’in nasıl bir hayal kırıklığı yaşadığı kolayca tahmin edilebilir. Yine de Mustafa Kemâl, Paşa’nın yardımcısını kendini Paşa’yla görüştürmesi konusunda ikna etti. Ancak Paşa kendisine onun için yapabileceği hiçbir şey olmadığını ve bir daha kendisini rahatsız etmemesini söylediğinde Mustafa Kemal’in hayal kırıklığı bir kat daha arttı.
Arkadaşları yeniden Mustafa Kemal’in yardımına koştular. Dört aylık bir hastalık izni almasında kendisine yardım ettiler. O, bu süreyi Vatan ve Hürriyet Cemiyeti için yeni bir sayfa açmak için kullandı. Bu arada Suriye’deki üstlerinin kendisinin yokluğundan haberlerinin olmamasını sağladı, fakat İstanbul’daki yetkililer onun Şam’daki görevinin başında bulunmadığı gerçeğinin farkına vardılar. Konuyla ilgili araştırma yapmaya başladılar. Bu gelişmelerden haberdar olan Mustafa Kemal de Suriye’ye doğru yola çıktı. Bir kere oraya vardığında hemen Osmanlıların Akabe limanı konusunda İngiliz-Mısır hükümetiyle anlaşmazlık içinde oldukları Beerşeba’ya hareket etti. Arkadaşları onu bütün geçen zaman boyunca Beerşeba’daymış gibi göstererek Şam’daki görevinin başında bulunmadığı gerçeğini gizlediler. Bundan kısa bir süre sonra sadık bir subay olduğuna karar verildi ve 1907 yılının Eylül ayında üç yıllık sürgünden sonra Selanik’teki Karargâha transfer edildi.
Selanik’e döndükten sonra Mustafa Kemal’in önünde açılan, onun Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri ve siyasi yaşamına daha kapsamlı olarak katıldığı döneme geçmeden önce, bu önemli dönemeçte onun psikolojik durumuyla ilgili bazı özet niteliğinde düşünceler ortaya koymak faydalı olacaktır. Şimdiye kadar, Mustafa Kemal’in daha önce ölen çocukların yerine geçecek bir çocuk olarak bir matem evinde dünyaya geldiğini ve annesi tarafından özel biri olarak görüldüğünü belirttik.
Annesi, ona bu doğrultuda muamele etti ve onu mümkün olduğunca kendi kontrolü altında tutacak şekilde ve yine onu mümkün olduğunca güvende ve kendisine yakın tutacak biçimde onun hayatını kontrol etmek ve yönlendirmek için büyük mücadele verdi. Bu davranışın tam zıddına, babası da ona Batılı, modern eğitime dayalı alternatif bir askeri kariyer yapma vizyonu sundu. Mustafa daha küçük bir çocukken babası vefat etti.
Bu gelişme Mustafa Kemal’in yalnız kalmasına neden oldu; ayrıca onun içselleştirdiği ve idealize ettiği baba imajı, onun annesinin isteklerinden daha fazla babasının istekleri doğrultusunda bir hayat şekli benimsemesini sağlayacak şekilde daha da güç kazandı. O, annesine haber vermeden askeri kariyer yapmayı seçti ve sonunda kendisini İstanbul’da Harp Okulu’nda buldu.
Orada Mustafa Kemal sık sık karamsarlığa kapıldı ve bir numara olma arzusu engellerle karşılaştı. Büyük olasılıkla yeni bulduğu arkadaşı Ali Fuat’la arkadaşlığı sırasında içki içmeye başladı. Kendi kendisine hayran olmasının ilk belirtileri, Harp Okulu’ndan mezun olduğu zaman üzerinde sadece askeri üniforma varken çektirip annesine gönderdiği fotoğrafta görülmektedir. Bu, aynı zamanda çocukluğunda Selanik’te geçirdiği günlerde komşu çocuklarının üzerinde gördüğü askeri üniformayı giyme konusunda duyduğu ilginin devamı niteliğinde olan bir gelişmeydi. Karamsarlık, düzenli uyuma zorluğu çektiği Kurmay Okulu günlerinde de onu rahatsız etmeye devam etti. Bu okulda oldukça başarılı oldu, fakat henüz bir numara değildi. Mustafa Kemal, hem Harp Okulu’nda, hem de Kurmay Okulu’nda hükümet karşıtı gizli faaliyetlere katılarak siyasete ilgi duyduğunu ortaya koydu.
Mezun olduktan sonra o ve arkadaşlarından bazısı II. Abdülhamid’in despotluğu konusunda okumaya ve konuşmaya devam ettiler. Onların faaliyetleri ortaya çıkarıldı ve Mustafa Kemal de dahil olmak üzere onlara verilen ceza, Şam’ın ücra köşelerine görevlendirilmeleriyle bir tür askeri sürgüne gönderilmelerine neden oldu. Karamsarlığa kapılan Mustafa Kemal, bu defa kendini Selanik’te bulunan bir Paşanın kişiliğinde idealize ettiği bir baba figürüne bağlayarak kendisini güvende hissetmenin yollarını aradı. Bu girişim de başarısız oldu ve Mustafa Kemal bir kere daha karamsarlığa gark oldu ve kendisine olan güvenini büyük oranda yitirdi. Bu noktada sadakatiyle ilgili olarak temize çıkarıldıktan sonra statüsünde meydana gelen değişiklik ve sürgünden Selanik’e geri dönüş onun imdadına yetişti.
1907 yılının sonunda döndüğü Selanik, artık çocukluğunda bildiği Selanik değildi. Bunun böyle olmasının en büyük nedeni, halk arasında Jön Türkler olarak bilinen İttihat ve Terakki Komitesi’nin gerçekleştirdiği gizli faaliyetlerdi. II. Abdülhamid, tahta çıkarılmasının bir bedeli olarak Aralık 1876’da anayasa oluşturulmasını kabul etmişti. O dönemde ayrıca an az düzeyde bağımsız olan bir parlamento toplandı ve bu parlamento 19 Mart 1877 tarihinde ilk toplantısını yaptı, 14 Şubat 1878 tarihinde de padişah tarafından dağıtıldı. Bundan sonraki otuz yıl boyunca Meclis bir daha toplanmayacaktı; bu arada Sultan’ın hükümeti tarafından muhaliflere karşı alınan baskıcı önlemlere rağmen, padişaha karşı ortaya çıkan muhalefet gücünü daha da artırmaktaydı. Sonunda Sultan’a karşı ortaya çıkan muhalefet askeri kanat içinde yoğunlaştı. Mustafa Kemal’in Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, ordu içinde ortaya çıkan bu tür faaliyetlerin ilk örneklerinden biriydi. Bu arada Selanik’te bulunan İttifak ve Terakki Cemiyeti hukuk ve diğer meslek okullarında hızla yayıldı ve komuta düzeylerine ulaşacak derecede Üçüncü Ordu’ya sızmayı başardı. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ise pek kullanışlı bir teşkilât değildi, bu durum Mustafa Kemal’in devam etmekte olan faaliyetlerde ancak düşük düzeyde rol oynamayı kabul etmesine neden oldu.
İkinci derecede bir rol kabul etmek, Mustafa Kemal’in kendisiyle ilgili sahip olduğu şişirilmiş büyüklük imajı açısından oldukça zor bir durumdu, fakat onun başka seçeneği yoktu. Kendisine verilen yeni askeri görevi, Selanik ile Üsküp arasındaki demiryollarını denetlemekti. Üçüncü Ordu’nun kendisi temelde üç görevi yerine getirmekle meşguldü: 1) Makedonya’da azınlıkların gerçekleştirdiği terörist faaliyetleri önlemek, 2) Avrupalı güçlere, onların ısrarla üzerinde durdukları Balkanlarda azınlıklar lehine reform gerçekleştirilmesinin sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına neden olacağını göstermek ve 3) Sultan’a 1876 Anayasası’nı yeniden uygulamaya koymak zorunda olduğunu bildirmek.
Haziran 1908 tarihinde olaylar patlama noktasına geldi. Padişah Üçüncü Ordu’daki sadık olmayan subayları ortaya çıkarmak için Makedonya’ya ajanlar göndermişti. Ahmed Niyazi adında orta düzey bir ordu subayı, ordu imamı tarafından alenen suçlandı; ardından imam 28 Haziran’da suikasta maruz kaldı. Bunun üzerine Ahmed Niyazi ile birkaç yüzü bulan takipçileri açık bir isyana kalkışarak dağlara çıktılar. Onların aralarında bulunanlardan bir tanesi, daha sonra Paşalığa yükselecek, İttihat ve Terakki’nin lideri olacak ve tarihe Enver Paşa olarak geçecek olan Enver adında genç bir kurmay binbaşıydı.
Enver de, o zamanın kahramanı haline geldi. Mustafa Kemal gibi o da kendi kendine hayran olan bir kişiliğe sahipti, fakat onunki saplantı haline gelmişti. Bu özellik, onu dinlenme bilmeksizin uzun saatler boyunca çalışmaya muktedir olan ve göze çarpıcı derecede ayrıntılara önem veren bir kişi haline getirmişti. Aşırı derecede gururlu olan Enver, askeri elbisenin aşırı intizamına önem verenlerdendi. Mükemmel bir at binicisi olarak genellikle süvari pantolonu ve çizmeleri giymiş olarak dolaşırdı. Kadınlar açısından çekici olsa da istisnai derecede ahlaki değerlere bağlı ve dindardı. Ne bir sigara içicisi, ne de içki içen bir kişi olduğu için de Mustafa Kemal’le hemen hemen her konuda zıt kutupları temsil etmekteydiler. Enver, padişah ailesinden biriyle evlendi ve böylece sarayın damadı oldu. Bu statü, onu Osmanlı toplumunun en yüksek seviyelerine çıkaran bir statüydü. Daha ilk başlarda Mustafa Kemal’i tehlikeli bir rakip olarak gördü ve onun İttihat ve Terakki ve ordu içerisinde fazla önemli olmayan görevlere getirilmesini sağladı. Birbirini hiç sevmeyen bu iki şahsiyetin ileride birbiriyle çatışacağı kaçınılmaz bir sonuç olacaktı.
Padişah’ı 1876 Anayasası’nı yeniden uygulamaya zorlama hususunda elde edilen başarı, Genç Türklere Osmanlı İmparatorluğu içinde ve dışında büyük takdir getirdi. Enver kısa sürede ön plana geçti; bu, Mustafa Kemal’in arkada kalması anlamına gelmekteydi. Mustafa Kemal’in kendine ait bir güç tabanı bulunmamaktaydı ve Enver’in imparatorluk için kötü sonuçlar getireceği yolunda sahip olduğu görüşleri açıklama konumunda değildi. Duygularını yatıştırmak için başvurabileceği tek yol, arkadaşlarıyla beraber olmak ve büyük çaplı planlarını onlara anlatmaya devametmekti. Örneğin arkadaşları Mustafa Kemal’e kendilerini de içine alacak olan ileride oluşturacağı bir hükümette kendisine padişahlık makamını ayırıp ayırmayacağını sorduklarında, o padişahtan daha büyük olacağını söyleyerek cevap vermişti. Bu tür toplantılar ve yorumlar Mustafa Kemal’i İttihat ve Terakki liderleri nezdinde istenmeyen adam konumuna getirmekteydi. Cemiyetin liderleri Mustafa Kemal’i, hâlâ bir Osmanlı toprağı olan Libya’ya, bu Osmanlı ileri karakolunda İttihat ve Terakki’nin otoritesini yerleştirmek üzere cemiyetin temsilcisi olarak gönderdiler. Padişah’ın kendisi bile Mustafa Kemal’i sürgün etmek üzere daha iyi bir yer seçemezdi.
İstanbul’dan gelen bu karar kendisine bildirildiğinde Mustafa Kemal bu komplonun arkasında Enver’in elinin bulunduğunu anladı. Ancak bu görev teklifi, onun itibar ve kendine güven hissini iyice kaybetmeksizin geri çevirmeyi göze alabileceği bir teklif değildi. Kendisini devlet için gizli faaliyetler gerçekleştirmekle görevli güçlü bir kişi olarak görerek, bu maceraya mümkün olabilecek en iyi şekilde farklı bir boyut kazandırdı. Görev yerine vardığında Mustafa Kemal’i karşılamak üzere bir düzenleme bile yapılmış değildi. Kendisini getiren gemi tarafından sahile bırakıldı ve kendisiyle birlikte eşyaları kumsalın üzerine adeta atıldı. Bu uygulamadan gözü yılmayan Mustafa Kemal, bölgedeki Türk askerlerinin İttihat ve Terakki’nin otoritesini tanımasını sağladı ve Sanusi ailesinin liderlik ettiği ayrılıkçı hareketi dizginlemesini bildi. Bir sürgün görevini böylece kişisel bir zafere dönüştürdükten sonra Selanik’e geri döndü, fakat Libya’da gösterdiği azmin ve gayretin burada kendisine herhangi bir övgü kazandırmadığını gördü. Sultan Abdülhamid tahttan uzaklaştırıldıktan sonra Selanik’te İttihat ve Terakki’nin ikinci yıllık kongresinde aleyhte yaptığı konuşmayla Mustafa Kemal cemiyet liderlerini kendisinden daha da uzaklaştırdı. Bu konuşmasında ordunun siyasetten uzak durması ve siyasi kariyerle ilgilenen subayların ordudan istifa etmesi gerektiği görüşünü ortaya koymuştu.
Bunu söylemekle Mustafa Kemal kendisini tamamen askeri konulara hasretmiş olduğunu da ortaya koymuş oluyordu. Bazı askeri broşürleri Almancadan Osmanlı Türkçesine çevirdi. Onun askeri alandaki kavrayış üstünlüğü kendisine biraz başarı getirdi, fakat bu başarı Enver’inkinin çok gerisinde kalıyordu. 1911 yılının sonbaharında Libya’nın İtalyanlar tarafından işgali, Mustafa Kemal’e yıldızını parlatma konusunda yeni bir fırsat sundu, fakat orada sıtma hastalığına yakalandı ve göz problemleri yaşamaya başladı. Oradan alındı ve tıbbi tedavi için Viyana’ya gönderildi. Hastalıkları yüzünden Yunanlıların 8 Kasım 1912’de Selanik’i aldıkları Balkan Savaşlarına katılma imkanı da bulamadı. Mustafa Kemal hâlâ İstanbul’da bulunurken Enver başarılı bir askeri darbe (23 Ocak 1913) gerçekleştirdi ve sonunda bu darbeyle Enver, Cemal ve Talat üçlüsü bir İttihat ve Terakki hükümetinin başında iktidarı ele geçirmeyi başardı. Mustafa Kemal, bu üçlünün iktidara gelmesi sırasında gerçekleştirilen siyasi suikastlara karşı açık sözle eleştiri getirmekten çekinmedi. Enver, İkinci Balkan Savaşı sırasında Birinci Balkan Savaşı’nda kaybedilmiş olan Edirne’nin geri alınmasını sağlayan Osmanlı ordusuna komuta etmekle şanına şan kattı. Enver kabinede harbiye nazırı oldu, saray ailesinin fertlerinden biriyle evlendi ve kendisini Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ne getirdi. Mustafa Kemal’den bir yaş büyük olan Enver, bütün bunların hepsini 33 yaşındayken yaşamıştı. Mustafa Kemal’in İstanbul’dan uzaklaştırılması için de kendisine Sofya askeri ataşeliği görevi verildi. Mustafa Kemal bir kere daha sürgüne gönderiliyordu.
Sofya’daki hayat, Mustafa Kemal açısından genel olarak hoşa giden ve tecrübe kazandıran cinstendi. Yakışıklı bir şahsiyet tablosu çiziyordu; örneğin bir maskeli baloda giymek üzere kendisine gerçek bir Yeniçeri kostümü gönderilmesi yolunda İstanbul’dan istekte bulunmuştu. Sofya’nın Batılılaşmış önde gelen ev sahibeleri onu yanlarında görmek istedikleri biri olarak tercih ederlerken, Mustafa Kemal’in kendine duyduğu güven hissi de gittikçe güçlenmekteydi. Bulgaristan Savunma Bakanı’nın kızı olan Miti adlı genç bir kadınla romantik bir ilişkiye de girdi. Sık sık Batı tarzında elbiseler giyiyordu, örneğin Avrupa sitilinde bir şapka bunlar arasındaydı. Sofya’dayken operaya da gitti. Bu gerçekler çerçevesinde onun Sofya’da hoşlanarak gerçekleştirdiği şeylerin birçoğunun daha sonra onun Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığını yaptığı dönemde Türk halkının yaşamına girmiş olması şaşırtıcı görünmemektedir. Miti’nin ailesinin, kızlarının bir Türk’le muhtemel evliliğine karşı çıkmaları sonucunda, onun kendi kendisine hayranlık duygusunun yara almış olması da bu durumu değiştirmeyecekti. Miti’yi kaybetmiş olmaktan dolayı içine düşmüş olabileceği üzüntülü durumu, uluslararası olaylar kısa kesti. Dünya Savaşı’nın çıkması yaklaşırken Mustafa Kemal de İstanbul’a dönmek için hazırlık yapmaya başladı.
Bu arada Enver, yüce zirvelere tırmanmıştı. Mustafa Kemal’in, kaymakam olarak rütbesi doğrultusunda yapmaya hakkı olduğu, bir tümeni komuta etme yönünde ortaya koyduğu isteği Enver tarafından yerine getirebilirdi, fakat Enver, bunun yerine Mustafa Kemal’in Sofya’da bekletilmesi yoluna gitti. Sonunda Enver, Mustafa Kemal’in 19. Tümen’in komutanlığına getirilmesi yönünde emrini verdi; bu tümen, hakkında hiç kimsenin bilgisinin olmadığı bir tümendi. İstanbul’a geri dönen Mustafa Kemal, teşkilâtlanma aşamasında olan tümenini Trakya’daki Tekirdağ’a konuşlandırdı. Daha sonra Şubat 1915’te tümenin merkezi Gelibolu yarımadasında bulunan Maydos’a (Eceabat) nakledildi. General Liman von Sanders Enver tarafından bölgedeki tüm askeri kuvvetlerin komutanlığını üslenmek üzere Gelibolu’ya gönderildi; söz konusu birlikler arasında Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen de bulunmaktaydı. 19. Tümene, nerede ihtiyaç duyulursa oraya gitmek üzere hareketli takviye kuvveti olma görevi verildi. Mustafa Kemal ile von Sanders Gelibolu’ya karşı beklenmekte olan müttefik saldırısının nerede gerçekleşeceği konusunda farklı fikirler taşımaktaydılar.
Müttefik kuvvetleri 25 Nisan tarihinde Mustafa Kemal’in tam çıkarma yapacaklarını söylediği yerde çıkarma yapmaya başlayınca Mustafa Kemal’in tahmini doğru çıkmış oldu. Mustafa Kemal, yeni emirlerin gelmesini beklemeksizin ve kendi muhteşem kişiliğinin otoritesine dayanarak, müttefiklerin ilerleme yolu üzerinde onların karşısına durmak için askerlerini Conkbayırı’na yürüttü. Ardından gerçekleşen çatışmalar sırasında Mustafa Kemal’e bir şarapnel parçası isabet etti. Bu olayda onu ölümden kurtaran, göğüs cebinde taşıdığı saat oldu. Maruz kaldığı fiziki yaralanma önemsenecek cinsten değildi, fakat olayın psikolojik etkisi çok büyüktü. Olay, Mustafa Kemal’in kendisinin ölümsüz olduğu yolundaki inancını kuvvetlendirmeye yardımcı oldu. O, daha sonra bu saati bir hatıra olmak üzere General Liman von Sanders’e verdi. Sanders de ona kırılmış saatinin yerine geçmek üzere kendi saatini verdi.
Mustafa Kemal ve askerleri, müttefikleri Gelibolu’yu alma ve ardından İstanbul’a yürüme girişimlerinden vazgeçmek zorunda bıraktı. Mustafa Kemal artık o zamanın kahramanıydı, Demir Salip Nişanı da dahil olmak üzere değişik madalyalarla ödüllendirildi. Miralaylığa terfi ettirildi ve bu terfisiyle ilgili olarak Enver’den bir kutlama mektubu aldı. Mustafa Kemal’in kendi kendine duyduğu güven önemli oranda güçlenmişti ve onun iç benliği için yüceltilmiş baba vazifesi gören liderler onu tanıma yoluna gitmişlerdi. Bundan daha önemlisi ise Mustafa Kemal’in iç hayalleri ile dış dünyanın gerçekliği bir araya gelmişti. Gelibolu’daki başarısı, gerçekliğe dayanan yüceltme ile onun kendi içinde taşıdığı büyüklük fikirlerinin birbirine uygun düşmesi imkanını tanımıştı.
Mustafa Kemal’in, Gelibolu’da elde ettiği zafer yoluyla bileğinin gücüyle büyük bir askeri şahsiyet olarak ün kazanmış olmasına rağmen, Enver Paşa ile İttihat ve Terakki ona gereken önemi vermedi ve hatta onu halkın gözünden uzak tutmayı başardılar. Kendisini İstanbul’un kurtarıcısı olarak görmesine karşın maruz kaldığı küçümsenme onda yeniden karamsarlık hisleri doğurdu. Enver Paşa onu 16. Kolordu’nun komutanı olarak Rus sınırına gönderdi. Mustafa Kemal doğu bölgesine doğru giderken yolda 1 Nisan 1916’da mirlivalığa terfi ettirildiği haberini aldı. Doğu cephesinde Mustafa Kemal askeri kariyerinde hızlı bir yükselme yaşadı. Mart 1917’de İkinci Ordu’nun komutanlığını üslendi. Bu görevi sırasında kendisinin kurmay başkanı olan Miralay İsmet (İnönü) ile arkadaşlığını tazeledi. İnönü daha sonra onun en yakın arkadaşı olacak ve onun ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığını yapacaktır.
Rusya’nın siyasi olarak çökmesi, doğu cephesiyle ilgili duyulan kaygının sona ermesi anlamına gelmekteydi, bunun üzerine Mustafa Kemal ile Miralay İsmet, Mustafa Kemal’in askeri mesleğine başlamış olduğu Münbit Hilal bölgesine gönderildiler. Bu bölgeyi Mısır’ın elinden almış olan İngilizler Osmanlı kuvvetlerini önlerine katmış sürmekteydiler. Mart 1917’de Bağdat İngilizlere teslim oldu. Mustafa Kemal Paşa bölgenin savunulmasıyla ilgili olarak ortaya koyduğu bütün planların Enver Paşa tarafından reddedilmesi üzerine kendi inisiyatifiyle cepheden ayrıldı ve İstanbul’a geri döndü.
Onu başından atma konusunda oldukça istekli olan Enver Paşa, Mustafa Kemal’i, Almanya’ya gerçekleştireceği ziyarette veliaht Vahideddin’e eşlik etmekle görevlendirdi. Bu ziyareti sırasında Mustafa Kemal, başlangıçta tahmin etmiş olduğundan daha ileri derecede Almanya’nın savaşı kaybedeceğine kani oldu. Askeri durumun çaresizliğine rağmen Mustafa Kemal Paşa hiçbir şey yapamıyordu.
Çok uzun zamandır onu rahatsız etmekte olan böbrek problemleri yeniden nüksetti, bunun üzerine önce tıbbi tedavi için Viyana’ya, arkasından da sağlığına kavuşması için Karlsbad’a gönderildi. Karlsbad’ta bulunduğu sırada padişah öldü ve yerine Vahideddin, VI. Mehmet ismiyle tahta geçti. Şimdi Mustafa Kemal’in yücelttiği baba çehresi haline getirmeye çalıştığı kişi padişahtı. İstanbul’da bulunmasının istendiğini bildiren bir telgraf ile tekrar İstanbul’a çağrıldı. Fakat bu çağrının arkasından hiçbir şey çıkmadı. Onun, VI. Mehmed’e duygusal yatırımda bulunması yanlış gerçekleştirilmiş bir hareketti; bu gerçek onu gerçekten karamsarlığa itti.
Padişahın kendisini Suriye’deki ordunun komutanı olarak atadığı haberini alınca perde arkasında bulunan kişinin hâlâ Enver Paşa olduğunu anladı. Suriye’deki Osmanlı ordusu darmadağınık durumdaydı ve bu atamanın Enver Paşa’nın işi olduğu çok açıktı. Sadece Enver Paşanın kendisini en son potansiyel olarak kariyer sona erdirici bir göreve göndermiş olmasına rağmen bu görevden Gelibolu’da elde ettiği zaferle başarılı olarak çıkmış olduğu bilgisi onu rahatlatabilirdi.
Suriye’deki durum askeri açıdan Mustafa Kemal Paşa’nın tahmin ettiğinden de kötüydü. Onun tek ümidi, mümkün olduğunca fazla sayıda Türk askerini kurtarabilmekti. Mustafa Kemal savaş planlarını hazırlarken Osmanlı ve İngiliz hükümetlerinin 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak anlaştıkları haberi geldi. Osmanlıyı yöneten Enver, Cemal ve Talât üçlüsü bir Alman gemisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu terk ettiler. Yeni kurulan kabine Mustafa Kemal’in arkadaşlarından ve onu takdir eden kişilerden oluşmaktaydı, ancak İstanbul’a çağrılmış olmasına rağmen istemiş olduğu Harbiye Nâzırlığı görevi kendisine verilmedi. Alman subaylarının ayrılışı için düzenlenen partide bir Alman subayı Türkler için savaşın sona ermiş olduğu yönünde bir konuşma yapınca, Mustafa Kemal, savaşın sona ermiş olmasının Almanlar açısından doğru olabileceğini, fakat Türkler açısından Türk bağımsızlık savaşının yeni başladığını söyledi.
Eğer durum böyle idiyse, İstiklâl Harbi kendisini hissettirme bakımından oldukça yavaş ilerliyordu. Olayların gelişimi karşısında umutsuzluğa kapılmış olan Mustafa Kemal, diğer taraftan hâlâ kendisinin muhteşem bir şahsiyete sahip olduğu fikrine sıkı sıkıya bağlı kalıyordu. Örneğin padişahın Mustafa Kemal’in hanedanlık ailesinden biriyle evlenmesini arzu ettiği kendisine haber verilince, saraydaki kadınlar tarafından "sarı gül” olarak bilinen Mustafa Kemal Paşa, bir aracının kendisine ilettiği saraya davet edilmesi teklifini, prensesle ancak kendi evinde görüşebileceğini söyleyerek geri çevirdi. Bu davranış, hem Mustafa Kemal’in büyüklüğünün bir ifadesiydi, hem de padişahın kendisine reva gördüğü muamele karşısında adeta onu azarlama niyeti taşıyan bir hareketti. Bu konu bir daha açılmadı.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da beklemeye devam ederken Türkiye’nin geleceğini, savaşı kazanmış olan İtilaf devletlerinin kendi aralarında kararlaştıracağını kesin olarak anladı. Eğer Türkiye kurtarılacaksa bu hareket Anadolu’da başlamak zorundaydı. Anadolu’da, kendilerini Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri olarak isimlendiren mahalli Türk grupları, Müslüman olmayan yerli halkın ortaya koyduğu yeni saldırganlıkla baş etmek için bir araya gelmekteydiler. Bir Karadeniz limanı olan Samsun’un iç bölgelerinde ortaya çıkan huzursuzluklar, Mustafa Kemal’e, Anadolu’da bir göreve atanmak için aramakta olduğu fırsatı sundu. Müttefikler Osmanlı hükümetini Anadolu’da düzeni sağlaması için sıkıştırıyor ve bunun yapılmaması durumunda bu işi kendilerinin yapacağı tehdidinde bulunuyorlardı. Dahiliye Nazırı bölgede düzeni sağlayabilecek kişi olarak sadrazama Mustafa Kemal’i önerdi. Enver Paşa’nın eskiden beri rakibi olması gerçeği, şimdi Mustafa Kemal’in yardımına koşmaktaydı. Padişah, sadrazamın, Samsun ve çevresindeki durumu incelemek üzere, Üçüncü Ordu genel müfettişliğine Mustafa Kemal Paşa’nın atanması yönünde yaptığı tavsiyeyi kabul etti.
Mustafa Kemal, Anadolu’yu kurtarmak için oluşturmakta olduğu planlarını uygulamaya koyabilmek için daha geniş yetkilere ihtiyaç duyduğunu fark etti. Bu noktada iyi talih sonunda yüzüne güldü. Harbiye Nazırı Mustafa Kemal’i atanmasına resmiyet kazandırmak için Erkân-ı Harbiye’ye gönderdi. Orada Mustafa Kemal yetkilerini genişletmek için arkadaşlarından biri olan Erkân-ı Harbiye Reisi’yle birlikte bir çalışma yaptı. İkisi, ona bütün Anadolu çapında emirler yayınlama yetkisi veren ve eyalet valilerinin onun emirlerine itaat etmesini zorunlu kılan bir belge hazırladılar. Erkân-ı Harbiye Reisi belgeyi imzalatmak üzere Harbiye Nazırı’na götürdüğünde, nazır ona belgeyi okuttu. Nazır belgenin Mustafa Kemal Paşa’ya olağan üstü yetkiler verdiğinin farkındaydı. Resmi mührünü Erkân-ı Harbiye Reisi’ne atarak ona belgeyi mühürlemesini söyledi, böylece Mustafa Kemal Paşa’ya geniş kapsamlı yetkiler verilmesi sorumluluğunu kendi üstüne almaktan kaçınmış oluyordu. Dahiliye Nazırı, kabine tarafından kabul edileceği yönünde güvence vererek, sadrazamın belgeyi imzalamasını sağlayınca Mustafa Kemal’in projesinin önündeki son engeller de ortadan kaldırılmış oldu.
Bundan sonra padişah Mustafa Kemal Paşa’nın Umumî Müfettiş olarak atanmasını 30 Nisan 1919 tarihinde onayladı. Kendisinin dışarıdaki dünyanın gerçekliğini kendi iç gerçekliğinin büyüklüğüyle uygun hale getirmeye ihtiyaç duyması; arkadaşlarının ona destek vermede istekli olmaları ve tamamen iyi şansın ondan yana olması faktörlerinin bir araya gelmesiyle Mustafa Kemal Paşa şimdi büyük olmanın eşiğinde durmaktaydı.
Mustafa Kemal kendi çalışma ekibini oluşturmaya başladı. Yunan askerlerinin 15 Mayıs günü İzmir’e çıkmaları onun görevinin ne kadar acil olduğunu ortaya koymaktaydı. O günün akşamında Mustafa Kemal Paşa annesiyle vedalaştı. Annesini ve kız kardeşini Şişli’de geleneksel bir akşam yemeğinde ağırladı. Yemek sırasında bacaklarını altlarına alarak yastıklar üzerine oturdular. Annesi, Balkan Savaşları sırasında, düşmanların eline geçmeden önce Selanik’ten ayrılmıştı.
Annesine o kadar yakın olmayı istemesinin yanında, ondan ayrılmak için can atması gibi karışık duygular içinde olması yüzünden o akşam Paşa için çok zor geçti. Diğer taraftan o, çocuklarını kaybetmiş olmaktan dolayı matem tutan annesinin duygularını tamir etmeyle yine yas tutan ulusu kurtarma ve duygularını tamir etme konularını bilinç altında bir araya getirmeye başlıyordu. Bu, hayatının geri kalan kısmında onun hiç peşini bırakmayacak olan değişmez bir tema olacaktı.
Ayın 16’sında Mustafa Kemal padişah tarafından kabul edildi. Görüşmelerinin sonunda padişah kendisine üzerinde imparatorluk nişanının bulunduğu altın bir cep saati verdi. O akşamın daha geç saatlerinde Mustafa Kemal Paşa ve maiyeti, İstanbul’dan ayrılmak üzere İngiliz yetkililerden izin aldıktan sonra Bandırma adını taşıyan eski bir buharlı yük gemisine bindiler ve Samsun’a doğru yola çıktılar.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak bastılar. Bu olay, onun hem gerçek dünyasında hem de iç dünyasında o kadar önemli bir olaydı ki, daha sonra bir ansiklopedi için onun hayatıyla ilgili bir madde hazırlanırken kendisine doğum günü sorulduğunda Samsun’a çıktığı günü doğum günü olarak verecekti. Neredeyse bir hafta önce gerçekleştirilmiş olan Yunanlıların İzmir’e çıkması olayı, Yunanlıların kendilerinin olarak gördükleri Küçük Asya’daki (Anadolu’daki) toprakları yeniden ele geçirme yolunda atılan ilk adım olarak düşünülmüştü. Samsun’a çıkış da İstikbâl Harbi’nin ilk adımı olacaktı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na katıldığı andan itibaren aşırı derecede zayıflamış olduğu, o zamanlar birçok gözlemci açısından çok açık olan bir gerçekti. İmparatorluk içinde gıda maddeleri, silah ve mühimmat yetersiz düzeydeydi. Merkezi hükümetin Anadolu’da işgalci kuvvet konumundaki Yunanlılara karşı direnişi teşkilâtlandırabilmek için elinde çok az şey bulunmaktaydı. Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri çok dağınık durumdaydı ve bütüncül bir liderliğe sahip değillerdi. Ancak Anadolu’da hâlâ iyi şekilde işleyen tek şey, Sultan II. Abdülhamid tarafından kurulmuş olan telgraf sistemiydi. Mustafa Kemal Paşa harp sırasında bu sistemi en mükemmel şekilde kullanacaktı.
Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan toprakların parçalanması konusunda kararlı olan işgalci güçlere ve müttefik kuvvetlerine karşı gerçekleştirilecek mücadelenin, kendi komutası altında ulusal bir hareket olması gerektiği kanısına varmıştı. Fakat kendi planlarını kamuoyuna duyurmanın zamanı henüz gelmemişti. Kendisini hâlâ, padişahın İstanbul’u işgal etmiş olan Müttefik kuvvetlerin kontrolü altında bulunduğu bir dönemde, halkını kurtarmak için mücadele eden biri olarak sunmaktaydı. Bu örtü altında sahip olduğu asıl fikir, dili Türkçe ve dini İslam olan bütün halklar için, milliyetçilik temeline dayandırılmış egemen ve bağımsız bir Türk devleti kurmaktı. Bu önemli kavşak noktasında Mustafa Kemal, hâlâ ulemanın desteğine ihtiyaç duymaktaydı; günümüze kadar gelen bir fotoğrafta o alimlerle birlikte ibadet ederken görülmektedir. Daha sonra laiklik onun politikasının temel noktalarından biri haline gelecekti.
Samsun’dan sonra Mustafa Kemal Paşa ile maiyetindekiler içerilere doğru hareket ettiler. Ona başkente geri dönme emri veren padişahın hükümetinden gelen mektuplar da onların peşlerinden geldi. O sadece gelen bu telgrafları görmezlikten geldi. Eyalet valilerine gönderilen emirler, onlara Mustafa Kemal’in görevden alındığını, bu yüzden kendisinin verdiği emirlere uymak zorunda olmadıklarını bildiriyordu. Onu tutuklamak üzere bir ajan da gönderildi. Padişah geri dönmesi ya da istifa etmesi konusunda kendisine baskıda bulunuyordu. İstifa etmek, Mustafa Kemal Paşa açısından oldukça rahatsızlık verici bir meseleydi. İlk gençlik yıllarından beri muhteşem olarak algıladığı kendi imajını cisimleştiren askeri üniformalar giymekteydi. İstifa etmek, onu düşmanlarından koruyacak resmi bir görevinin kalmaması anlamına gelecek ve kendine duyduğu saygı ciddi oranda azalacaktı. Aynı zamanda herhangi bir resmi statüsü kalmaması durumunda ona kim itaat edecekti? Onun talihinin en dibe vurduğu noktada, Mustafa Kemal’in ve modern Türkiye Devleti’nin tarihinde belirleyici nitelikte olacak çok önemli bir olay meydana geldi.
Padişah tarafından görevden alınma ya da kendisinin istifa etmesi seçenekleriyle karşı karşıya kaldığı noktada, doğu Anadolu bölgesinde yer alan Erzurum’da bulunduğu bir sırada 8 Eylül 1919 tarihinin akşamında saat 10: 50’de Mustafa Kemal Paşa ordudaki görevinden istifa etti. Böylece yetişkinlik çağı boyunca ilk defa sivil bir kişi durumuna düşmüş oldu. Bütün ümitleri, artık bölgede 15,000 Osmanlı askerine komuta etmekte olan Kazım Karabekir’e bağlanmıştı. Kazım Paşa’nın bir süvari müfrezesiyle birlikte Erzurum’a yaklaştığı haberi kendisine ulaştı.
Mustafa Kemal’in bulunduğu binaya ulaştıktan sonra süvari müfrezesi dikkat konumuna geçti ve Kazım Paşa’yı selamladı. Paşa da selama karşılık verdi ve Mustafa Kemal Paşaya şunları söyledi: "Paşam, ben sizin emrinizdeyim. Kendim, askerlerim ve askeri heyetim. Hepimiz senin emrindeyiz.” Sivil bir kişi olsa da artık Mustafa Kemal’in emrinde askerler bulunmaktaydı. 19 Mayıs 1919 tarihi ile 29 Ekim 1923 tarihi arasında cereyan eden birçok önemli olay arasında bu olay en belirleyici olanıydı.
İstifa etmesi, Mustafa Kemal’i padişaha karşı görev duygusundan kurtarmış ve böylece onu isyan hareketi gerçekleştirme tehlikesinin dışında tutmuştu. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Erzurum şubesinin yürütme kurulunun başkanı olarak Mustafa Kemal, 23 Temmuz tarihinde Erzurum’da toplanan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin kongresine katıldı ve kongrenin başkanlığına seçildi. Hâlâ kendisini padişahı müttefik yetkililerinin etkisinden kurtarmak için çaba gösteren biri olarak sunmaktaydı. Erzurum Kongresi’nde yapılan çalışma sonunda Erzurum Deklarasyonu yayınlandı. Bu belge, Mustafa Kemal’in başkanlığında Eylül ayının 4’ü ile 11’i arasında Sivas’ta toplanacak olan Sivas Kongresi tarafından Misak-ı Milli’nin (28 Ocak 1920) yayınlanmasını önceden haber veren bir belgeydi. Bu belgeler, Osmanlı ‘sınırlarının’ korunması ve ihlal edilmemesi (yani 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesinin imzalandığı tarihte Türklerin yaşamakta olduğu Osmanlı toprakları Türklerin elinde kalmalıydı), Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan azınlıkların sahip olduğu ve kapitülasyonlar olarak bilinen özel hakların ortadan kaldırılması ve Türkler için self-determinasyon ilkesinin uygulanması çağrısında bulunmaktaydı.
Başlangıçta Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilecek Genel Müfettiş olarak seçilmesini destekleyen ve daha sonra Mustafa Kemal Paşayı görevinden alma teşebbüsünde bulunan Damat Ferid Paşa 2 Ekim 1919 tarihinde sadrazamlık görevinden alındı. Yeni sadrazam Mustafa Kemal’in Osmanlı Millet Meclisi için yeni seçimler yapılması çağrısına rıza gösterdi. 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan Mecliste Kemalist milliyetçiler en büyük siyasi grubu oluşturmaktaydı. 28 Ocak günü Meclis, tam bağımsızlık ve topyekun egemenlik çağrısında bulunarak Misak-ı Milli’yi kabul etti.
Sonunda Mustafa Kemâl, dikkatini, Fransız askerlerinin Güneydoğu Anadolu’da bulunması gibi askeri meselelere çevirme fırsatı buldu. Onun askeri kuvvetleri Fransızları Maraş’ta durdurdular. Bunun arkasından Müttefik kuvvetleri 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’u işgal ettiler. İngilizlerin yardımıyla Damat Ferit Paşa sadrazam olarak geri döndü. Paşa, Meclisi dağıttı ve dindar insanlara Mustafa Kemal’i ve işbirlikçilerini görüldükleri yerde vatan hainleri olarak öldürme emri veren bir ferman yayınladı. Mustafa Kemal 27 Aralık 1919’da Ankara’ya hareket ettikten sonra zaten faaliyetlerini bu şehre kaydırmış durumdaydı. Ankara değişik nedenlerden dolayı seçilmişti; bu nedenler arasında tren yollarının ulaştığı bir nokta olması ve Türkleri müttefik donanmalarının topa tutmasından koruyacak derecede iç bölgelerde yer alması da bulunmaktaydı. Mustafa Kemal’i destekleyenler kısa sürede Ankara’ya akmaya başladı; gelenler arasında İsmet (İnönü) de bulunmaktaydı. Mustafa Kemal, kendisini padişahtan ayırarak kendi hareketinin bayrağını açma yoluna gitti. Ankara’da bir Millet Meclisi’nin toplanması için çağrıda bulundu ve bu Meclis Büyük Millet Meclisi adı altında 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplandı. Bir sonraki gün Mustafa Kemal Meclis başkanlığına seçildi. Sadece Büyük Millet Meclisi’nin Türkiye adına hareket etme yetkisine sahip olduğu ilan edilerek yabancı güçlere bu yeni siyasi gerçek bildirildi. Ardından 24 Mayıs 1920 tarihinde padişahın hükümeti Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını gıyaplarında mahkum etti ve onları ölüm cezasına çaptırdı. Ölüm cezası imparatorluğun en üst din görevlisi olan şeyhülislam tarafından yayınlanan bir fetvayla desteklendi. Bâb-ı Fetva ile Mustafa Kemal karşı karşıya gelmişlerdi.
Bu dönemde Ankara’daki milliyetçilerin aldıkları haberlerin çoğu kötüydü. 11 Mayıs tarihinde Müttefikler, Sultanın hükümetine, Osmanlı Devleti’ni elinde bulunan çoğu toprak parçasından mahrum bırakan bir anlaşma taslağı ilettiler. Türk hâkimiyetine büyük bir darbe indiren bu anlaşma Mustafa Kemal’in işine yaradı. Bu küçük düşmeyi ortadan kaldırabilecek tek kişi olarak o görülmekteydi. Müttefikler İzmir’deki Yunan kuvvetlerine ellerinde tuttukları toprakları genişletme izni verdiklerinde ve onlar da bu yöndeki hareketlerine 22 Haziran tarihinde başladıklarında Mustafa Kemal’in konumu daha da güçlendi. 8 Temmuz’da Yunanlılar Bursa’yı aldılar ve Türkleri Ankara’ya doğru çekilmek zorunda bıraktılar. Mustafa Kemal Ali Fuat’ı (Cebesoy) kendisinin askeri komutanlığından aldı ve onu Büyük Millet Meclisi hükümetinin büyükelçisi olarak Moskova’ya gönderdi. Sovyetlerden mali ve askeri destek elde etmek için çaba gösteren milliyetçiler, topraklarında Ermenilerin kendi devletlerini kurma çabalarına karşı gösterdikleri direnişi daha da sertleştirdiler. Ermenilerle Türk milliyetçileri 3 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Antlaşması’nı imzalarken Sovyetler uzaktan seyretti. Ardından Sovyetler Ermenistan’ı bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak ilan ettiler. Böylece Türkiye’nin doğu sınırı bu şekilde geleneksel Arpaçay ve Aras nehirlerinin çizdiği sınır olarak belirlendi. Bundan sonra da 16 Mart 1921 tarihinde Sovyetler ile Türk milliyetçileri, Batum’u Sovyetlerin eline bırakan Moskova Antlaşması’nı imzaladılar.
Mustafa Kemal, aynı zamanda ülkenin batısındaki durumla da ilgilenmek zorundaydı. Yunanistan’ın içindeki siyasi meseleler ciddi şekilde kötüleşmişti.
Kral Alexander’ın ölümünden kısa süre sonra Venizelos hükümeti görevden uzaklaştırıldı. 6 Aralık tarihinde gerçekleştirilen halk oylaması 1917 yılında tahttan indirilmiş olan Alexander’ın babası Constantine’i kral olarak tekrar iş başına getirdi. Constantine, 1917 ile 1920 yılları arasında tasfiye edilmiş olan subayların birçoğunu tekrar iş başına getirdi. Bu kişiler arasında Anadolu’daki Yunan kuvvetlerinin genel komutanlığına getirilecek olan General Papoulas da vardı.
General Papoulas, 1921 yılının Haziran ayının başında Ankara yönünde Bursa’nın batısında yer alan Eskişehir vilayetindeki Miralay İsmet’in (İnönü) kuvvetlerine karşı bir saldırı gerçekleştirilmesi emrini verdi. İsmet Bey Eskişehir’den çekilmeye hazırlandığı bir sırada bazı nedenlerden dolayı Yunan kuvvetleri avantajlı konumlarından yararlanarak İnönü’deki tren istasyonuna karşı harekete geçmediler. Yunan kuvvetlerinin geri çekilmesi Türklerin bir zaferi olarak karşılandı, bugün bu savaş Birinci İnönü Savaşı olarak bilinmektedir. 1 Mart 1921 tarihinde İsmet Bey kendisine Paşa unvanının verilmesiyle generallik rütbesine terfi ettirildi. 1934 yılında Türklerin soyadı almasını zorunlu kılan kanun çıkarıldığında İsmet Paşa, İnönü soyadını alarak bundan sonra İsmet İnönü olarak bilinmeye başladı.
Bu arada İngiliz Başbakanı ve Yunanlıların destekçisi olan Lloyd George ile Müttefik yetkilileri, Türkleri ve Yunanlıları, aralarındaki silahlı mücadeleyi sona erdirmek üzere Sevr Antlaşması’nda gerçekleştirilecek bazı değişikliklere razı etmeye çalıştılar. 1921 yılının Şubat ayında bir toplantı gerçekleştirildi, fakat Müttefiklerin Anadolu’daki mevcut durumun Türk milliyetçilerinin lehine değiştiğini anlamamalarından dolayı bu girişim başarısız oldu. Anadolu’daki bu değişikliği ortaya çıkaran faktörlerden bir tanesi, Mustafa Kemal’in Sovyetlerle kurduğu, Türk tarafının işine yarayan ilişkiydi. Sovyetler Ankara’ya askeri ikmal malzemesi ve danışman sağlamasaydı, Türk milliyetçileri çok daha tehlikeli bir durum içinde olabileceklerdi.
Yukarıda bahsedilen Londra toplantısının başarısızlıkla dağılmasından sonra Kral Constantine Türklere karşı yeni bir saldırı başlatılması emrini verdi. 27 Mart tarihinde İkinci İnönü Savaşı başladı ve üç günlük yoğun bir çatışmanın ardından zafer yine Türklerin oldu. Yenilgilerden yılmayan Yunanlılar, Haçlı Savaşlarından beri Anadolu’ya ayak basan ilk Hıristiyan yöneticisi olarak Kral Constantine’in de aralarında bulunmasıyla 10 Haziran’da saldırılarını yeniden başlattılar. Başlangıçta başarılı olarak ilerleyen şiddetli bir Yunan saldırısıyla karşı karşıya kalan Mustafa Kemal, Ankara yönünde sistematik bir geri çekilme emri verdi. Büyük Millet Meclisi’nde ona muhalefet eden sesler duyuldu. Mustafa Kemal, tam otoriteye sahip olması şartıyla üç aylık dönem boyunca ordunun başkomutanı olmayı kabul edeceğini söyleyerek muhalifleri bastırmaya çalıştı. 5 Ağustos 1921 tarihinde Büyük Millet Meclisi bu yetkiyi kendisine verdi. Mustafa Kemal Meclis üyelerine başarılı olacağı yönünde söz verdi. Onun karizması bütün ulusu bir araya getirdi; kadın-erkek, genç-yaşlı herkes ulusu savunma adına birlikte çalıştı.
Mustafa Kemal, padişahın hükümetinin Erkân-ı Harbiye reisliğini bırakarak Ankara’ya gelmiş olan çok güvendiği arkadaşı Fevzi (Çakmak) ile birlikte Ankara’nın 100 kilometre batısında yer alan (İskender’in Gordiyon’un düğümünü kestiği yer olan) Polatlı’ya gitti. Burada Türkler 23 Ağustos günü başlamış olan Yunan saldırısına karşı Sakarya Savaşı’nı verdiler. Savaş 13 Eylül’e kadar sürdü, sonuçta Yunanlıların Ankara’yı ele geçirmeleri engellendi. Büyük Millet Meclisi, yaptığı oylamayla Mustafa Kemal’e, savaş alanında Müslüman olmayanlara karşı savaşan kişi anlamına gelen Gazi unvanını verdi. Osmanlılar açısından bu unvan ilk padişahlara kadar uzanan bir silsile oluşturmaktaydı. Mustafa Kemal açısından bu unvanın özel bir çekiciliği vardı; bu olaydan bir süre sonra bu unvanı imzasının bir parçası olarak kullanacaktı. Bu, içselleştirdiği ‘küçük Mustafa’nın’ Gazi Mustafa Kemal, yani mükemmel bir kişi haline geldiği anlamını taşımaktaydı. Uzun bir aradan sonra, yas tutan annesini derdinden başarılı bir şekilde kurtardığını ve aynı zamanda ulusunun da kurtarıcısı haline geldiğini hissedebilirdi. Küçükken yaşadıklarına ve eksikliklerine karşı kendisini savunmada ona yardımcı olan içindeki muhteşem benlik ile gerçek dünyada kendisinin mükemmel bir Gazi olarak sivrilmesi, çok uzun zamandır içinde yaşamakta olan ‘küçük Mustafa’nın’ artık huzura kavuşmasını sağlamıştı.
Şimdi Mustafa Kemal’in muhteşem benliğiyle kendi gerçek dünyasında elde ettiği üstünlük arasında ortaya çıkan uyum, annesinin kendisine katılmak üzere İstanbul’dan Ankara’ya gelmesini istemesini mümkün kılmıştı. Bundan sonra her sabah Türklerin geleneksel olarak gerçekleştirdiği gibi annesinin elini öpecek, yani anneye hürmetini gösterecek, ondan sonra babasının yaptığı gibi günlük işlerine gidecekti. Bu şekilde onun uzun süredir koruduğu, önce mahalledeki dini okula gidip ardından da Batılı tarzdaki bir okulda eğitim alış hatırasının yeniden canlanması; onun, bilinç altında kendisini ‘kötü ana’ imajından uzaklaştırarak, idealize ettiği anne-Türk ulusu-imajını tamir ettiği kanaatine ulaşmasını sağladı.
İşte onun bu kendi kendine hayran olmasının tamir edici (tazmin edici) yönü, en şiddetli düşmanlarını bile onun olağanüstülüğünü tanımaya sevk etmiştir. Bu, aynı zamanda onun Türk ulusunu modern dünyaya taşımasını sağlayan özellikti.
Yunanlıları Sakarya’da yenilgiye uğrattıktan sonra, Türklerin Yunanlıları Anadolu’dan söküp atabilmesi için aradan bir yıl daha geçmesi gerekecekti. Yunanlılara karşı nihai saldırı 26 Ağustos 1922 tarihinde başlatıldı. Eskişehir’e karşı düzenlenen aldatıcı bir saldırıdan sonra Mustafa Kemal asıl saldırıyı Afyon’da bulunan en güçlü Yunan mevzilerine karşı gerçekleştirdi. Yunan kuvvetleri dağılıp kaçarken Türk kuvvetleri de arkadan onları takip etti. 30 Ağustos günü Mustafa Kemal’in bizzat kendisi daha sonra Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak isimlendirilecek olan muharebede Türk askerlerine komuta etti.
Mustafa Kemal’in büyüklüğü, başkalarının cesaret kırıcı gerçekler olarak görecekleri şeyleri onun imkanlar olarak algılamasını sağlamıştı. O, kendisini, etrafından anavatan tarafından sarmalanmış, koruyucu bir örtüyle örtülmüş, yenilmez biri olarak görmekteydi. Bu şekilde kendi askerlerine de ümit duyguları aşılayabiliyordu. 31 Ağustos’ta yayınladığı günlük savaş emrinde askerlerine şu emri vermişti: "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz, ileri!” Yunan ordusu telaşla İzmir’e doğru geri çekilirken Yunanlıların önde gelen komutanları esir edildi. Mustafa Kemal’in Yunanlıları İzmir’den atmak için 14 günün yeteceği tahminini bir gün aşacak şekilde 9 Eylül günü Türk ordusu İzmir’e girdi, bir gün sonra da Mustafa Kemal İzmir’deki Türk kuvvetlerine katıldı.
Türkiye’nin geleceği sorunuyla karşı karşıya kalan Mustafa Kemal, İsmet Paşayı (İnönü) Müttefikler tarafından Mudanya olarak isimlendirilen konferansa gönderdi. Konferans 3 Ekim 1922 tarihinde başladı ve ayın 11’ine kadar sürdü. Doğu Trakya’daki Meriç nehrine kadar olan toprakları Türklere veren bir ateşkes anlaşmazı imzalandı. Böylece savaşın bitmesiyle birlikte Atina’da gerçekleştirilen bir ayaklanma Kral Constantintine’in yeniden sürgüne gönderilmesini sağladı. Ardından da İngiltere’de Lloyd George iktidardan düştü, yerine Bonar Law İngiliz başbakanı oldu. Bu arada Mustafa Kemal de Ankara’ya döndü ve orada sonuçları uzun dönemli olacak bir kararın alınmasını sağladı. Mustafa Kemal’in, halifeliğin saltanattan ayrılması ve ardından saltanatın kaldırılması kararının alınmaması durumunda "bazı kafaların uçurulacağı” tehdidi karşısında, Büyük Millet Meclisi saltanatı lağveden kararını aldı. Herhangi bir hanedanın yaşayabileceği en muhteşem dönemleri de yaşayan Osmanlı İmparatorluğu, böylece altı yüzyıl ayakta kaldıktan sonra tarihin sayfalarına tevdi edilmiş oldu.
VI. Mehmed Halife olarak görevini devam ettirmekteydi, fakat onun İstanbul’daki varlığı milliyetçiler açısından problem oluşturmaktaydı. Eskinin padişahı ve o günün halifesi olan VI. Mehmed, İngilizlerden kendisini İstanbul dışına çıkarmalarını isteyerek söz konusu problemi kendisi çözmüş oldu. İngilizler onu bir İngiliz gemisiyle uzaklaştırarak ona lütufta bulunmuş oluyorlardı. Sonunda padişah San Remo’ya yerleşecek ve orada 1926 yılında vefat edecekti. Yeğeni Abdülmecit 1 Kasım 1922 tarihinde Büyük Millet Meclisi tarafından yeni halife olarak seçildi.
Mustafa Kemal açısından hem siyasi hem de kişisel olaylar hızla gelişmişti. 14 Ocak 1923’te annesi vefat etti. Hem kendisine yakın hem de kendisinden uzak olmak istediği görkemli şahsiyetten sonunda bu şekilde kurtulan Mustafa Kemal, Batıda eğitim görmüş bir Türk kadını olan ve İzmir’in en zengin ve güçlü ailelerinden birisine mensup bulunan Latife Hanımla 29 Ocak günü evlendi. Mustafa Kemal’in yabancı ya da Türk birçok kadınla ilişkisi olmuştu, fakat bunlardan hiçbiri onun ortaya çıkmakta olan modern Türk kadını için aradığı bir örnek oluşturmuyordu. Latife Hanım, bu beklentileri karşılamaya çalışan bir kadındı, fakat aynı zamanda Mustafa Kemal’in hayat tarzını değiştirmek ve onu kontrol etmek istediği için onda hoşnutsuzluk da yaratacaktı. Evlilikleri 5 Ağustos 1925 tarihinde (dini çerçevede gerçekleştirilmiş bir talâkla) sona erecekti.
Düğünden sonra Mustafa Kemal’in Ankara’da yapması gereken başka şeyler de bulunmaktaydı. Uzun süreden beri toplanacağı vaat edilen, Türkiye’nin geleceği konusunu ele alacak olan konferans, 21 Kasım 1922 tarihinde Lozan’da toplandı. Konferansa 4 Şubat 1923’te ara verildi, ardından 23 Nisan’da yeniden toplandı. İsmet İnönü’nün becerikli bir şekilde yürüttüğü epeyce söz mücadelesinden sonra bir anlaşma tasarısı hazırlandı ve 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı. Bu anlaşma 23 Ağustos günü yeni seçilmiş Büyük Millet Meclisi tarafından onaylandı. Türkiye’nin şimdi tam egemen bir ulus olarak tanınması ve Müttefik askerlerinin 2 Ekim’de İstanbul’dan çekilmesiyle birlikte Mustafa Kemal, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması için harekete geçti. Cumhuriyet 29 Ekim 1923 günü ilan edildi, ilk cumhurreisi olarak da Mustafa Kemal seçildi.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, ardından yeni cumhuriyetin laikleştirilmesi için yoğun bir çabaya girişti. 3 Mart 1924 tarihinde halifelik kaldırıldı, Osmanlı hanedanının geri kalan üyeleri sürgüne gönderildi, dinî okullar kapatıldı ve dini teşkilât devletin kontrolü altına alındı.
Alınan bu önlemlerde Mustafa Kemal’in temel kaygılarını görmekteyiz. İlgilendiği bu temel konular laiklik ve eğitimdi. Onun ümidi ve beklentisi, laikliği de içeren modernleşme sürecinin önce eğitim görmüş şehir seçkinleri arasında gerçekleşmesi ve ardından diğer şehirli gruplar arasında ve en sonunda kırsal kesimde yaygınlık kazanmasıydı.
Aynı sürecin eğitim alanında da gerçekleşmesi ümit ediliyordu, fakat bu alanda olumsuz etki doğuran başka faktörler de bulunmaktaydı.
Bu faktörlerden bir tanesi, cumhuriyetin elinde, sürekli artmakta olan eğitim ihtiyacını karşılayabilmek için, ülke çapında yeterli olacak düzeyde okul ve sınıf inşa etmeye yetecek ekonomik kaynağının bulunmamasıydı. Ayrıca kırlık kesimde görev almayı kabul edecek öğretmen, özellikle de kadın öğretmen sıkıntısı çekilmekteydi.
Sonunda ikili modernleşme ve eğitim sürecinin bütün halka yayılması yerine, kırlık kesim büyük kitleler halinde şehirlere göç etti; bu da kıyafet ve davranış da dahil olmak üzere özellikle dini eğitim ve görenekler alanında daha fazla dini serbestlik tanınması talebinin ortaya çıkmasına neden oldu. Nutuk’unda Atatürk, milletin geleceğini gençliğe emanet ettiğini belirtmiştir. Modernleşmenin, eğitimin ve devletin geleceği konusunda dinin sahip olacağı rolün ortaya çıkardığı çok önemli ivedi meselelere Türkiye gençliğinin nasıl tepki vereceği, cevabı merakla beklenen bir konu olma özelliğini korumaktadır.
Prof. Dr. Norman ITZKOWLTZ
Princeton Üniversitesi /A.B.D.
Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 411-422
Kaynaklar :
Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam: Mustafa Kemal’in Hayatı, 3 cilt, (Remzi Kitabevi, İstanbul, 1969).
Kinross, Lord, Ataturk: The Rebirth of a Nation, (Weidenfeld and Nicolson, Londra, 1964).
Mango, Andrew, Ataturk, (Overlook Press, Woodstock, NY, 2000).
Volkan, Vamik D. and Itzkowitz, Norman, The Immortal Ataturk: A sychobiography.
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, (AKDTYK, Ankara, 1989).
Sonyel, Salahi, Ataturk-The Founder of Modern Turkey, (Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1989).
S. Anderson, The Eastern Question, (Macmillan, London, 1972). 8) Georges-Gaulis, Berte, La Nouvelle Turquie, (Armand Colin, Paris, 1924).
Edip, Halide, The Turkish Ordeal, (John Murrary, London, 1926).
Heper, Metin, İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman, (Brill, Leiden, 1998).